30 Mart 2012 Cuma

Hikayesi Olan Şarkılar


  Bizi en çok rahatlatan şeylerin başında gelir müzik. Eğlenmek istediğimiz zaman, hüzünlendğimiz zaman hep destek aldığımız dosttur.Özellikle benim için müzik eşittir dosttur, bilhassa hüzünlü olduğum zamanda. Her ruh halimizi anlatan bir şarkı vardır yoksa bile arasak buluruz.Bazı şarkılarımız vardır üzüldük mü aç şu şakıyıda dinliyelim dediğimiz.Yeri bizde ayrıdır.
  İşte o şarkıların yeri sadece bizde ayrı değildir. O şarkılar sadece bizim için özel değildir. Aslında o şarkılar en çok o şarkıyı yazan için özeldir. Özellikle bazı şarkılar vardır ki onların yeri çok başkadır. Onların hikayesi vardır belki her şarkının hikayesi vardır ama o şarkıları hikayesi daha acıklı daha anlamlıdır yazan için.Şimdi ben de öyle bir kişi,şarkı ve olaydan bahsedeceğim...
  Bahsedeceğim kişi Tori Amos. Kendisi müthiş bir sanatçı. Sesi ve güzelliğini tek sıfatta birleştirirsek o da buğulu olur sanırım. Aynı zamanda kendisi bir piyanist ve yaptığı coverlarda kesinlikle çok başarılı. Yumuşak ve duygusal müzik sevenlere şiddetle tavsiye ediyorum.
 Tori daha ünlü olmadan, albüm yapmaya başlamadan önce para kazanmak için bazı barlarda çalıp söylüyordu. Yine böyle güzel bir bar programı sonrası kendisinin hayranı olan kişi ona bir davette bulunur.Tori bu daveti hepimizin düşündüğü gibi masumane düşünüp kabul eder. Bu davet bu davet Torini düşündüğü gibi sıradan bir yemek ya da bir buluşma olmayacaktır. Çünkü hayranı (!) kendisinin sesine, müziğine ve kişiliğine değil, sadece ve sadece dişiliğine hayrandı. O gece belkide onun için hayatının en kötü günüydü çnkü tecavüze uğramıştı...
  Bu durum tahmin edileceği gibi müzik kariyerini oldukça etkilemiştir. İzleyen yıllar boyunca yaptığı her müzikte bu olay hissedilmişir ama bir şarkısı varki direk o korkunç olayı anlatıyor... Me and A Gun







Sevgilerle....


                                                                                            Sercan GÜVEN

29 Mart 2012 Perşembe

İki Kişi Bir Olay 2


 Şimdi size dün paylaştığım hikayenin devamı niteliğindeki bir olayı erkek tarafından yazılışını yayınlıyacağım. Bu yazı erkek tarafından 2 yıl sonra Haziran 2011 de yazılmıştır. İlk okuyanlar için tabi önce yazının ilkini okumanızı tavsiye ederim.Bu yazıya da başlamadan önce alttaki videoyu başlatmanızı ve öyle okumanızı ayrıca tavsiye ediyorum...

Aradan yıllar geçmiştir. Atlatılmıştır onca şey onca kavga, gürültü. Sonu olmayanlara örnek olduklarını sanmaya başlamışlardır. Bu sefer erkek gider. Uzaklara… ama bir parçasını bırakarak. Söz verir kıza ama bu sefer erkek sözü, benzemez başka şeye.” Bekle beni” der. Kız belli mutsuzdur, güvenemiyordur yıllarını verdiği adama yine de yapacak fazla bir şeyi yoktur. “Buna da dayanırız” diye mırıldanır. Sarılır ona hiç bırakmayacakmış gibi. Hatta birara onu öldürmeyi düşünür sonrada gömmeyi. böylece gidemeyecektir çocuk ama kız kıyamaz. Çocuk her şeye rağmen gider...

 Herkesin geride kalanı düşündüğü bir dünyada çocuk giden olmuştur. Tek başına giden. Geride bıraktığı bir üzülüyorsa çocuk bin üzülmektedir ama belli etmez. Dolaylıda olsa bu kendi seçimidir. Veda günü kız sarılır çocuğa “çabuk gel” der. Yeşillerinin yanına en yakışmayanı, kan kırmızısını ekler. Yıllarca umursamaz olarak bilinen erkek yine yapar kendine yakışanı güler geçer olanlara. Acısını, kederini içine atmıştır aslında hep yaptığı gibi. Kimseye belli etmek istemez çünkü o hep güçlü olmak zorundadır. Güçlü olmaz ise elindekileri kaybedeceğini düşünür, en başından beri.

 Başlarda ikisi içinde zamanın tek hızla geçtiği yer kavuşma anlarıdır. Aşkın, özlemin, arzunun doruklarına denk gelen o anlar akar gider göz açıp kapayıncaya dek. Biten koca bir yılın ardından kızın gözünde sadece yalnız kaldığı anlar varken çocuk birlikte oldukları küçük zamanları çıkaramaz aklından.Hep bir kaçamak ayarlamak için uğraşır bir kez daha göreyim diye can atar.

 Ve bir gün kız söyler “belki bir gün ben olmam, belki sen olmamı istemezsin belki de kader bizi oldurmaz işte o gün üzülme olur mu?”. Kader… Çocuk düşünür 2 hece 5 harf olan zavallı bir kelimenin nasıl kendilerini ayırabileceğini , cevap bulamaz çünkü kader yoktur ona göre. Kader sadece bir duvardır insanların arkasına saklandığı. Kaderi yenmek için yola çıkar bir an önce.Bir geceyarısı kızın kapısında bitiverir, tek isteği sevdiğine sürpriz yapıp onu mutlu etmektir.Bekler, bekler, bekler…

 Umduğunu bulamaz. Bir şeyler besbelli yolundan çıkmış freni patlamış kamyon gibi sağa sola
çarpmaktadır.

 Çocuk isyan eder kendi kendine” Hayır. O beni hep sever zaten ben değil miydim geçmişi mahveden hiç suçu yokken onu üzen ? “ bir anlam çıkaramaz olan onca şeye. Ona göre anlam çıkarmadan da sevilebilir, devam eder son sürat sevgiye.

 İntikam soğuk yenilmez bazılarının bildiği gibi. Soğuk yedirilir. Artık zamanı gelmiştir kıza göre ne de olsa uzaktadır. İstediği herşeyi söyleyebilirdi ama  kara gözlerini görmediği sürece.“Bitsin” der kısacık bir mesajla. Bu kadar basit olmamasını kız da istemiştir ama anca buna cesareti yetmiştir diye düşündü çocuk. Ardından ekler utanmadan “ Sen kendini toparlayacaksan” erkek gururludur. Ölse vazgeçmez gururundan. Kabullenir her şeyi nedensizce bir Perşembe akşamı. Vurur kendini meye denize vurmuş dalgalar gibi. Arada bir gelen mesajlara dalargider. “Acaba” der kendi kendine. Yırtar gururun sert kılıfını teslim eder kendini ama olmaz.
Belki de hiç olmamıştır zaten. Hergün umutlarını boğar sonu olmayan kadehlerde gecenin sabahına yeni umutlarla uyanmak için. Uyanamaz. Bazen uyanmak istemez rüyalarından bazen uyanıp ta aynı günü yaşamaktan korkar.

 Erkek dayanamaz. Alır biletini bekler her şeyin başladığı yerde olmayı. Gelir baba evine .Herkes sorar derdin ne diye ama kimse dinlemez anlatılanları. Cesaretini toplar çocuk gitmeden yarım saat evvel. Son bir mesaj atar” Neredesin” . Nerede olursa olsun gidecektir yanına bir koşuda. Kal derse kalacak git derse arkasına bile bakmayacaktır. Ama cevap dahi gelmez. İşte o an gerçek sevgili olmadıklarını ve hiç olmamış olduklarını anlar çocuk. Onun için geldiği yerden onu görmeden ayrıldığı an.



                                           Cem Sezer Şahin

                                                                                                   

28 Mart 2012 Çarşamba

İKİ KİŞİ BİR OLAY

Yazıyı okumaya başlamadan önce aşağıdaki videoyu başlatmanızı şiddetle tavsiye ederim...

Yani artık nefret mi ediyorsun benden?
Kız mutsuzdur inadına gelen gözyaşlarıyla…
  Oğlan ise şaşkın, ne diyeceğini bilemez. Tek bildiği kırıcı ve hakaret dolu çirkin sözler söylemektir. Zaten çoğu zamanda tek yaptığı kızı suçlamak olmuştur ve kız hep kendisine ait olmayan suçları bile kabullenmiştir. Bazen kendi bile inanmıştır suçlu olduğuna. Tek isteği o kara gözleri nefretle, hüzünle baktırmak değil neşeyle güldürmektir. Bazen öyle öfkelenir ki erkeğin ona verdiği mutsuzluğa, ne pahasına olursa olsun acı çektirmek ister. Her şey kızın içinde yaşanmaktadır aslında. Ne kadar dönük gözükse de…  Ne yakarışlar… Ne aşklar…
  Artık gerçekten bir şeyleri söylemenin zamanıdır belki de. Kız o kendi kendine söyleyerek içine tıkıştırdığı sözleri çağırmaktadır şimdi. Pek de cesareti yoktur aslında, ama zamanıdır. Daha fazla üzülmek manasız, onu terk etmemek anlamsız her şeye rağmen ondan vazgeçmek imkânsızdır. Oğlanın kıza tüm söylediklerine, yaptıklarına rağmen ayrılığın üzerine çivilenmiş bir tabaka vardır. Sökülmesi imkansız olan bir tabaka sanki.
  Şimdi 'o' kızın yanıbaşında oturuyordu. Bütün gün onla konuşmayı istemiş fakat çocuk tüm umursamazlığıyla ertelemişti yüzleşmeyi sonra demişti hep kıza. Kız yalnızdı, kendisini hiç yalnız bırakmayan sevgilisi yanındayken çok uzaklardaydı. Çocuğun hareketleri değişmişti bambaşka biriydi sanki kızdan nefret ediyor gibiydi. Hâlbuki aşkının hiç bitmeyeceğine söz verende oydu, sevgilisinin yalnızlığından mutluluk duyan da o.
  Kız isyan etti. “hayır, olamaz” dedi “O beni sever hep.”. Bütün bu dolambaçların arasında yürüyüp kayboldu kız.
  Erkek durgunlaştı. Artık oda üzgün görünüyordu. Kendine göre ne çok sevmişti hâlbuki… Neydi şimdi kızın bu gereksiz tavırları? O gayet mantıklıydı, her şey olağandı ona göre ve böyle olmalıydı. Kız çok fazla şey istiyordu. Erkek iste onu kıskanıyor sürekli gözetliyordu. Onunda doğruları buydu. Eğer belli ederse kız doyacaktı ilgiye, sevgiye. Diğerlerinde olduğu gibi olacaktı.  O hep sahip olmak istiyordu sevgilisine uzaktan da olsa…
  Oğlan tüm bu düşüncelerin arasında kaybolup gidiyor, yok oluyordu gibiydi. Başka biri oluyordu sanki. Tüm o diğer erkekler gibi. Belki şimdi kızda diğerleri gibi olacaktı.
 Ancak diğerlerinden farklıydı kız, yüreği onu bulduğundan beri. Erkeğin düşünceleri ona göre çok saçmaydı, hem de çok… Tam tersiydi aslında. Defalarca söylemişti çocuğa ilgiden sıkılmayacağını hep daha çok seveceğini. Kızın nasıl mutlu olduğunu bilen çocuk bir türlü yapmıyordu kızın istediklerini. Her şeyin farkındaydı oysaki. Belki de nefsine uyup umursamıyordu kızı. Belki kızın yanında mutlu değildi, eğlenmiyordu. Zaten kıza en çok acı veren de buydu .  Erkeğini mutlu edememek.
  Çocuk düşünceliydi. Kızın söylediklerini, isyanını duymamak için kulaklarını tıkadı. Artık kız için istediklerini söylemek daha kolaydı. Dudakları bükülünceye, çenesi titreyinceye dek konuştu. Döktü içinde ki her şeyin sorumlusu birkaç kelimeyi.
Sen!” dedi  ve ekledi  “sen söylemedin mi bana, bitek beni sev boş ver başkalarını ”diye. Evet öyleydi. Erkek ne dediyse kız onu yapmıştı. Hiçbir şey adil değildi onların aşkında.Ama sen şimdi” dedi kız  “ şimdi yalnız bırakıyorsun beni “. Söyledikçe gözlerinden yaşlar geliyordu. En fazla bir iki kelime daha edebildi ve konuşamadı daha fazla. Zaten oğlan hiçbirini duymuyor gibiydi. Baktı yanında oturan kıza bir ara. Kız ıslanmış gözlerini görmesin diye kafasını çevirdi öte yanlara.

(Hikâyenin bu kısmı Nisan 2009 kız tarafından yazılmış ve erkeğe gönderilmiştir. Erkeğin Haziran 2011 de tamamladığı yazının gerisi ise yarın yayınlayacağım.)  

Cem Sezer ŞAHİN




27 Mart 2012 Salı

DUT MİSALİ YALNIZ


Yalnızlık ıslanmış bu şehrin kanalizasyonlarında, yıpranmış ve eskimiş. Bardağın dibinde gördüm yine onu, etrafımdaki kalabalığa rağmen. Son yudum rakıma sarılmış titrek, belki biraz da ürkek tavırlar eklemiş o yıpranmış mizacına. Etrafımı, kalabalığın kulaklarımı delip geçercesine yaydığı bir gürültü, biraz kızarmış yanaklar ve birazda gevşemiş dudaklardan çıkan samimi fakat anlamsız ve gereksiz cümleler sarmış. Bir irkilme biniyor omuzlarıma, narin bir hareketle kayıyor aşağı sanki konduğu dala ağır gelmiş kuş misali ve usulca sesleniyorken işitiyorum son çırpınışlarının sesine verdiği o heyecanı, korkuyu. Bu gürültüye rağmen işitiyorum ama yinede "ahh, boş ver" diyerek iştirak ediyorum yinede masada bir ağızdan bir başka ağzın dudaklarına konan, boşa ve gereksiz sarf edilen sözcükler mezesine.
Yorgunluk sarıyor şimdi. Biraz direnmekten vaz geçsem, belimden kavradığı gibi yatağa savuracak, bu bardakların son yudumunda gizli yalnızlıklar misali yıpranmış bedenimi. Belki bir kısmı kırlaşmış saçlarım, bunca yıl gözyaşlarımın açtığı o ince çizgilerin üzerilerine uzansalar daha genç görür müyüm kendimi, baktığım bu bardak diplerinde? "Adam" dedi birisi. Evet, evet işitiyorum. "Adam" diyerek başladı yarı anlaşılması muhtemel cümlelerine. "Adam kimseyi sevmiyor, işte bu adam, öyle bir adam ki yalnızlığının efendisi bu adam." diyor. Çok kez "Adam" diyor. Mayalanmış üzümün etkisi olmalı. Hem gördüğün cisimlerin sayılarını artırıyor hem de söylenilenlerin. Peki kim bu adam? Bardağın dibini görebildiğim zamanlarda gelen, bardak dolunca giden adam mı? Eğer öyle ise bu gün bu adamı çok gördüm ben. Hem nasıl bir efendiymiş ki bu adam? Kerameti nereden gelirmiş? Yoksa onu her görüşümde, giderek gürültüleri ve sayıları artan insanlar mı bu adamın kerameti? Öyle ise eğer bende sorup duruyordum kim bu karşımdaki beden. Önce boş bir iskemle varken, o efendi göründü ve gitti. Ne zaman efendi gözden kayboldu işte ozaman o boş iskemlede bir Mehmet peydah oldu. Yok efendim kimdir bu Mehmet diye sorarken o adam gibi adam, o yalnızlığının efendisi yine bir geldi gitti, bu sefer Mehmet bir iken iki oldu... Şimdi soruyorum Mehmet efendiye "Peki kim bu şehrin kanalizasyonu, kim bu yalnızlığı yıpratan ey efendi? Senden mi gelir bu keramet, yoksa şu bardağın diplerinde bulduğum benden mi? Yalnızlığı yıpratan o şehir, bu beden mi yoksa sarhoşluğu adam ettiğim bu izbe meyhane mi?" Boşalt o iskemleyi be yalnızlık. Bırak kimsecikler oturmasın oraya, sen de oturma. Bekle biraz, zamanı gelince bende kalkacağım bu sofradan. Arkamı döndüğümde bende eskiyeceğim sen misal. Sadece bekle biraz.
M.Sait Aytar






GİZEM DİNÇ

24 Mart 2012 Cumartesi

Havvakızı'nın Yasak Elmas’ı

"...Hiç hazetmem bakirelerden. talepkar, kaprisli ve şımarık olurlar. Sana kıymetli bir armağan verdiklerini sanıp ömür boyu minnet duymanı beklerler... Ezelden beri kadınlar bedenlerini kullanarak erkekleri kandırır. Önce bekaretlerini kullanırlar. Sonra hamilelik gelir, çocuklar doğunca onları kullanırlar kocalarını tuzağa düşürmek için." ELİF ŞAFAK / İSKENDER

  Nedir erkeği bu duruma düşüren ya da nedir kadını bunu kullanmaya yönelten ? Aslında sorunun cevabı gayet açık: Toplum içinde bulunduğumuz toplumun gereklilikleri ve toplumumuzda bekarete verilen önem. Peki ama bekareti toplumda bu kadar önemli kılan ne ? Bu sorunun cevabı için biraz eskiye gitmek gerekiyor sanırım en baştan beri güvensizlik mi denmeli yoksa sahiplenme duygusumu bilinmez ama kadınlara karşı bir zaafiyet olduğu kesindir.Tam olarak yılı bilinmese de bundan yıllar önce bekaret kemeri denen bir gerçek vardı. Bu kadının cinsel organını kapatan demir bir külottu ve anahtarı tahmin edileceği gibi erkekteydi.Erkek sefere gittiği zaman kadınını kilitler ve sefer dönüşünde onu özgürlüğüne(!) kavuştururdu. Bu olayın toplumsal boyutu bir de geleneklerimiz var tabi.
  Beyaz çarşaf geleneği. Gelenek oldukça üzücü kadın açısından evlendirildikleri ilk gece de kadının bakireliğini test etmek için kullanılıyor bu çarşaf. Kan olmayan çarşaflarda durum kadın açısından çok üzücü...Bu olayların da günümüz insanına yansıması var tabi. Özellikle erkek kısmı için ne denli önemli bekaret? Bir erkek gözüyle bakalım.
  Çoğu erkek evleneceği kadının bakire olmasını istiyor yani kısacası kendinden önce başka kimseyle ilişkiye
girmemiş olmasını istiyor. Çünkü daha önce başka birine aşık olmuş, onunla duygusal bir cinsellik yaşamış kadın toplumumuz da çok yanlış yargılanıyor bu zaman da dahi ve erkek böyle bir kadınla evlenmek istemiyor, fakat erkek evliliğinden önce her türlü ilişkiye girme konusunda hak sahibi bizim toplumumuzda. Nede olsa, erkektir yapar mantığını benimsemişiz. Hal böyleyken erkeğin yaptığı erkeklik (!) kadının yaptığı ahlaksızlık olarak algılanıyor. Yani bir kadının ahlaksızlığı sadece bacak arasında ki bir dokuya bağlanıyor ki bu da her gün gazetelerde gördüğümüz kadın cinayetlerine baktığımızda kadına ne denli  önem verildiğini gösteriyor zaten. Peki kadınlar neden buna izin veriyor yani bir kadın neden kendi ahlak seviyesini bacak arasına göre endekslenmesine izin veriyor? Ya da bir erkeğin hayatı boyunca başka yollardan girdiği ilişkilere kimse ses etmez iken sadece bakire olmadığı için toplumda kadının bu şekilde yargılanması ne kadar doğru? Aslında bu da bizim en büyük klişelerimizden biri olan eğitimsizlikten geçiyor. Zaten eğitim seviyesi yüksek bi kadının sırf bakire olmadığı için kendinden vazgeçebilecek bi erkekle evlilik planları kuracağını da sanmıyorum.
   Yani toplumumuzda bekarete verilen önem arttıkça kadına verilen önem azalıyor onların duyguları önemsenmemeye başlıyor. Şimdi çoğu insan diyebilir n'apalım yani her gün başkasıyla mı yatıp kalkalım diye. Bizim burada istediğimiz kaşar bir toplum oluşması değil. insanların özgür iradesiyle ister zevk için ister duyguları için verdikleri  kararlara göre yaftalanmaması ve kadınların dişiliğinden çok kişiliğine önem verilmesi..

Can TÜKENMEZ
  

20 Mart 2012 Salı

Emperyal Futbola Karşı Semt Aşkı


      Taraftar ve ya seyirci sözcüklerini duyduğunuz anda aklınıza bir sürü şey gelir; maçlar, tribün şovları, kazanılan başarılar… Bunların arasında en önemlisi kişinin gönlünden geçen takımdır. Çünkü o takımın maçını izlerken heyecanlanırsın, onun adını duyduğunda kulak kabartırsın. Taraftarlar için kelimeleri  bir araya getiremeyip gözden akıtılan 2 damla göz yaşıdır. O ismi duyduğunda kalbi yerinden çıkarcasına çarpmasıdır. O takımın maçını izlemek tabiri caiz ise sevgiliyle kucaklaşmadır. Aynı maç bir seyirci için ise sevdiği sporu izlerken aldığı zevktir. Taraftar ve seyirciyi işte bu ince çizgi ayırır.
    Taraftar ya da seyirci farketmez, ona  “neden bu takımı tutuyorsun ?” diye sorulduğunda çoğu cevabını bilmez ve genelde bir küçük anıyla soruyu cevaplar “benim amcam fanatikti o beni kandırdı”, “Ali abi beni çikolata ile kandırdı o günden beri destekliyorum.”  Gibi bir sürü hayalle karışık cevaplar gelir. Peki ama bu “amca” , “ali abi” nasıl bu takımı tutmaya başlamıştı? Türkiye’de ki 74 milyon insanın hepsinin mi dayısı amcası İstanbullu da bugün bu ülkenin %80’i kendi memleketinin takımını değil de bu 3 büyükler diye tabir edilen İstanbul takımlarını destekliyor. İşin aslı şu ; İnsanoğlunun en büyük zaaflarından biridir güce tapmak. Televizyonlar dergiler gazeteler her gün bu takımlardan bahsederken, Türkiye’nin en büyük iş adamları bu takımları desteklerken, Türkiye’de ki tek başarısı(!)olan takımlar bu 3 takımken Türk insanının da sadece başarılı olduğu için güçlü olanı desteklemesi normal karşılanabilir mi ? Aslında tam da niye desteklediğini bilmez ve sorgulamaz. Dediğim gibi çoğu babadan oğula sadece başarısı için tutar  bu takımları yoksa onları bu takımlara bağlayan hiçbir bağ yoktur işin derinliklerine indiğimiz zaman Ali abilerinden  Ahmet amcalarından başka…
    Asıl merakım şudur benim ; insan artık ayakları üzerinde durabilir, düşünebilir hale geldiğinde neden hala stadda değil de televizyonda izlediği, bestelerini tribünde değil de videolardan öğrendiği, tuttuğu takımın stadının yolunu bile sadece google earth’te görebildiği bir takımı destekler. Bu bir nevi güçlünün yanında olma isteği midir aslında? Yoksa o toplumda kabul edilmiş bu tablonun içinde görmek isteği midir kendini?
               
                        1.resim                                                                                          2.resim

                                                                         
                                                                            

                           
                                                                                                         
     Yani 1.fotoğrafı seçenler hep başaralı mıdır aslında? Sanmıyorum. Bence 1.fotoğraftakine tutkunuz diyenler televizyon başlarında verilen sözde desteğin hiçbir işe yaramadığını, sadece kendini tatmin etmek olduğunu daha anlayamamışlardır. Eğer anlamış olsalardı, sorsan tuttuğu takımın stadının yolunu bile bilmeyen bu kişiler o staddaki efsanelere, hiç görmediği oyuncularının da efsanelerine sığınmazlardı.
   Oysa birde 2. fotoğraf gerçeği var. Evet aslında bir yaşa kadar hemen hemen hepsi 1. fotoğrafı seçmişlerdi ama bir yerde “n’apıyorum ben ?” deyip gerçek desteğin tribünde yer alarak verildiğini, tesislerini evinmiş gibi görüp her an girebilmek, semtinin sokaklarında beraber büyüdüğün insanlarla yolunu hiç bilmediğin şehirlere yol almak olduğunu anlamıştır. Adını her duyduğunda sokaklarının kokusu aklına gelen o takımı tutmayı seçmişlerdi.
    İşin zevkli yanı nedir bilir misiniz? Stada gittiğinizde gördüğün çoğu kişiye göz aşinağlığının olmasıdır. Çünkü onlar senin çocukluk arkadaşındır yol arkadaşındır dava arkadaşındır. Bazı takımlar için 100 kişilik bazı takımlar için 10.000 kişilik bir ailedir ama zaten ailenin kaç kişi olduğunun da bi önemi yoktur. İlginçtir ki 2.fotoğrafı seçenlerin çoğu hayatları boyunca önemli bir başarı görmemiştir ve belki de göremeyecektir. Bu göremedikleri başarılarla da hava atamayacaklardır. Ama olsun onlar semtinin takımını desteklerken başarı için çıkmadılar yola, çoğu zaman arma aşkı olarak bilinen aslında kendi kimliğini yansıtan  takımlarını desteklediler. Onlar için başarılar sadece fazladan içmek için bahaneydi. Ve onlara sorulan soru genelde şuydu  “Onlar orda milyarlar kazanırken siz ne kazanıyorsunuz ? ” Evet bir şey kazanmıyoruz belki ama bu hayatta-tribünde, paradan çok çok daha değerli şeyler vardır. Bu bir aşk , bir tutku , bir kara sevdadır. Ve zaten bu insanlar için paranın, kupanın, şampiyonluğun hiç bir önemi yoktur takımlarını tribünden 90 dakika destekleyebildikten sonra.
    Bende belli bir yaşa kadar 1.fotoğrafı seçmiştim. Ancak benim için bir tutku olacak 100 yıllık çınar 2.resmi seçmemi sağladı. Artık bende belki de Türkiye’nin  en güzel semti olan KARŞIYAKA’ya tutulmuştum. Benim için artık keyif şampiyonluklar değil , kaçan gollerin ardından mahallede büyüdüğüm , okulda beraber yetiştiğim insanlarla tribünde üzülmekti. Evet belki de başarı denilen şey bize çok uzaktı ama beni KARŞIYAKA’ya bağlayan şey o teneke parçalarının verildiği şampiyonluklar değildi ki. Benim için KARŞIYAKA bir semt aşkı , sıra arkadaşımla yapılmış bir pankart, atılan bir golden sonra yanında ki hiç tanımadığın bir adama ölesiye sarılmak, takımın gol yediğinde çoğu zaman gözyaşlarına hakim olamamak ya da kilometrelerce çileyle geçen yollarda içilen bir bira…
   Umarım artık insanlar başarıyı televizyonlarda  görüp sevineceğine kaçan galibiyetlere kendi sokaklarında çocukluk arkadaşıyla üzülür. Gerçek desteğinde kahvelerde maç izlemek değil de pankart yapmak için parklarda sabahlamak olduğunu öğrenir.

Deniz IRMAK - Can TÜKENMEZ




19 Mart 2012 Pazartesi

Büyümek

Her şeyin üstüne gelmesi midir, büyümek? Yoksa yapılacak işlerin altında ezilmek mi? Ya da yapılacak işler peşinde koşup, kendin olmayı unutmak mıdır? Düşünemeden, sorgulayamadan sadece hayatı yakalamaya çalışmak mıdır? Hep mutlu olmayı isteyip, ona ulaşmak için kendini paralamak mıdır yoksa? Hepsidir büyümek. Beyninin sınırlarını zorlamaya zaman bulamamak, beyninin yolaklarında özgürce dolaşamamaktır. Rüzgara kapılmış bir yaprak gibi oradan oraya savrulmaktır. Nereye düşüceğini kesitiremeden sadece hayatın ritmine uymaya çalışan bir yapraktır. Sonra rüzgar durur ve düşer yaprak yere. Büyümek bitmiştir; yaprak sararmış ve kurumuştur. İşte büyümek soluklanamadan koşan bir maraton koşucusudur,hızlıdır.

Gizem DİNÇ

18 Mart 2012 Pazar

Ne Yazık Ki "Diğerleri"


  Diğerleri... Ne kadar üzücü bir kelime ve bir o kadar da manidar aslında.Bir ayrımcılık, bir kendini üstün görme, bir küçümseme çağrıştırıyor bende bu iğrendiğim kelime.Çok masum gözüksede arkasını kurcalamak lazım.Mesela sürekli söylenen bir siyasal terim '3. Dünya Ülkeleri' aslında insanların gözünde 'Diğerleri' olarak tanımlanır.Orda olan yaşamı güç kılan extrem olaylar bir başka karşılanır.Bir deprem, bir fırtına ya da daimi yaşanan açlık bir an çıkıverir televizyonlarda sosyal medyalarda yardımlar toplanır vicdanlar sömürülür yardımların yarısı oraya yarısı toplayanlara.Anlık yardımlar bunlar hep ya sonrası için ne yapılır? Hiçbirşey...








  Evet gerçek ortada ama bir şeylerin yapılmasın için illa bir extreme olay olması gerekiyor.İşte bu fotoğraflar ve bu fotoğraflardaki insanlar 'Diğereleri' ni tanımlıyorduinsanlar için.Başka bir karşılığı daha var 'diğerleri'nin hani en çok kullanalın milliyetçi faşizan kökenli hemde 'Azınlıklar'.Evet bir ülkedeki 'Azınlıklar' da bu tanıma girer ama onların durumu daha acıdır çünkü onlar için hiçbir şey yapılmaz ya da hiçbirşey demiyelim yapılır bişeyler ama bunlar sadece onlar öldükten sonra yapılan bir kaç anımsama töreni.Peki bu anma törenine gerek kalmaması için yapılan ne var ? Hiçbirşey...






  İşte tek suçu DİĞER bir ırkdan olmak olan insanlara yapılanlar zulümler.'Diğerleri' kelimesinin arkasında çk güçlü ve çok acımasız bir faşizan düşünce var aslında.Şöyle söylemek gerekirki:
  Diğerleri = HİÇBİRŞEY...
 Son olarak da söylemeden edemiyeceğim ve haklarını yiyemiyeceğim ama onları diğerli tanımına koyamadığım diğerleri için savaşan direnen savaşıp da kaybeden yürekleri kocaman insanlar da var hala bu dunyada.








Sevgilerle...


                                                                                              Sercan GÜVEN

Durum Komedisi


       
      Göt; güzel küfür, çok severim. Bir gün geçicem karşısına göt dicem. Bir ağız dolusu hem de, üzülsün dudaklarını büksün, gözleri dolsun, elini uzatsın omzuma. Bi silkeleneyim kendine gelsin ya da daha kötüsü…
      Bir gün karşısına çıkayım, tesadüfen; “aa” diyeyim “naber ne yaptın?” neler anlatır acaba, ilk ne der? Cem diyebilir ya da susabilir, başını önüne eğebilir,  utanabilir. Ben olsam utanırdım, yani ben o değilim sonuçta. Hiçbir şey olmamış gibi yapabilir, gülmez belki daha fazla yüzüme, üzülmeyeyim diye. Soruma cevap veremez ama. O sorar “nasılsın?” der. Demem gereken şey ya da onun duymayı beklediği şey “senden sonra nasıl olayım ki” muhtemelen,  öyle demem ama. “iyi işte sınavlar falan, sen naptın?” topu tekrar ona atarım. Anlatacak çok şeyim yok. Aslında var ama anlatmam daha fazla düştüğümü görmesin.
          Ben üzüldükçe o mutlu oluyor içten içe. Önünü alamıyor sonra saçmalıkların. Neymiş iyi bakmalıymışım kendime,  kendime yakışanı yasamalıymışım. Bu kadar mı yüzeyselmişiz? Ben bunu anlamıyorum bir türlü. Tek taraflı mı kaldı hatıralar. Bir ben mi hatırlıyorum yeni yıla dudak dudağa girdiğimizi, çok mu balık hafızalı acaba! Nerde o mektupları yazan demezler mi adama ?
        Aslında çok da sevmiyorum artık. Bazen diyorum yapsam mı orospu çocukluğu? Yaklaşsam mı eski Cem gibi? Belki çıkartırım bastan? Sonra yol üstü bırakırım ödeşmiş olur muyuz? Başkasıylayken selam bile vermez gibime geliyor. Benleyken vermezdi. Benim bildiğim öyle, gram şüphe hala duymuyorum geçmişe dair. O yapmaz diyorum kendi kendime. Yapmasın lan!
         Tek temiz oydu. Ben onu aldım, sakladım, kimselere göstermedim kirlenmesin diye. Öpmeye kıyamadım ben onu, elimin altında yattı, alnından öptüm gece boyu. Kokusunu içime çektim en çok özlediğim zaman. Gözlerinin içi gülsün diye neler yaptım o bilmeden. En çok o zaman sevdim ben onu. Otobüste bana bakarken, inme diye. Gözlerini özlüyorum bazen.  O bakışlarını. Etrafında bin tane kedi varken bana çaresiz bakışlarını, “kurtar beni Cem” der gibi. Hiç kurtarmazdım hep daha çok baksın isterdim daha çok ihtiyacı olsun bana.
        Onu son gördüğüm yeri hatırlıyorum. Hani masallar biter ya öyle; herkes mutlu ama devamı yok bu insanlar nerde ne alemde bilmez kimse. Yine bindi otobüse gitti evinin zıttına. Arkasından baktım. Sonra hep oturmak istediğimiz eve baktım.  Olmadı.  Olsaydı belki mutsuz olurduk ama iyiydi be. Onun kaprisi tribi bile eğlenceliydi. Yanında kendimdim en azından. “Çok üzmüşüm” onu öyle dedi. Üzmek istemedim hiç! Bazen istedim! Ama onu üzdüğüm zamanlar istememiştim. Serbest olayım istedim, kısıtlamasın beni çünkü ben ona öyle yapardım. Hep gözüm üzerindeydi ve ne yapsa bilirdim.
          Artık bilmiyorum. Kimle? Nerde? Ne yapıyor? Hiç bilmiyorum. Öğrenmek istesem öğrenirim belki ama istemiyorum. Dayanamam çünkü kaldıramam. “Neleri kaldırdım bunu mu kaldıramayacağım” demek isterdim. Olmuyor işte! Her şeyin altından “O” çıkıyor. Hayatımı alt üst etti ama hala kızamıyorum. Çok kızıyorum ama kızamıyorum. Bir geri dönüş bekliyorum, bazen pişman olsun, ağzının payını vereyim, hazırladım cümlelerimi de kendimce. Durum komedisi yaşatacağım ona. Dönmez ki  giden benim ondan haberim yok. 




16 Mart 2012 Cuma

İran'da Sokak Sanatı

   Bu fotoğraflar İran'ın Tebriz kendtinde çekilmiş.Tebriz İran'ın en modern kenti olarak biliniyor ve İran'ın batıya dönük yüzü olarak gösterilir.Bu yüzden bir çok yenilik, modern yapı ve etkinlikler burda görülmüştür ilk olarak.Bu yüzden olcak ki bu fotoğraflardaki sokak sanatı yani graffiti de Tebriz de yapılmıştır.

   Bu güzel çaışmalar iki  kişiye ait bunlar ICY ve SOT. ICY 1989 SOT ise 1991 doğumlu.Bu ikilinin çalışmları barış,savaş ,aşk,nefret,çocuklar,insan hakkı ve İran kültüryle ilgili.İrandaki durumlarında sanatlarını etkiledikleri aşikar.İkilinin aynı zamanda çok sayıda sergiside bulunmakta.
Ben de sizlerle bu fotoğrafları paylaşmak istedim.













     SEVGİLERLE...


                                                                                                      Sercan GÜVEN

14 Mart 2012 Çarşamba

'Aşım'a 'Zaman'la Değirmen Dönmez..!


     İnanmak ya da inanmamaktı aslında sanırım tüm mesele.Eğer inanmıyorsanız ya da düzgün inanmayanları eleştiriyorsanız Madımak'ın içinde ama körü körüne inanıyorsanız eleştiri dahi kabul edemiyorsanız Madımak'ın dışında dini elden kurtarmışcasına slogan atıyor durumda oluyorsunuz.Hatta ve hatta hoşgörülü dininize o kadar inanıyorsunuz ki yan taraftaki apartmandan onları kurtaracak durumunuz varken kurtarmıyor durumda oluyorsunuz.

  Büyük bir suç işleniyordu eğer düzgün yargılansa cezası da çok ama çok büyük olabilirdi.Yani bu işe girişmek için cesaret isterdi ama onlarda bu fazlasıyla vardı güç onlarlaydı.Baksanıza:




35 kişinin hayatını kaybettiği Sivas katliamıyla ilgili dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu olay yerine gitmeden önce aynı gün şöyle bir değerlendirmede bulundu:

"Aziz Nesin’in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir.".


        Düşünsenize arkanızda bu kadar güçlü insanlar varken siz bu işe girişmez misiniz ki? Girişmeyebilirsiz girişcekseniz bile artık daha rahatsınız demektir ki buda katliammın boyutunu arttırmanızda hiç bir engel yok anlamına geliyor. Zira bu işi yapan insanlarla aynı görüşte olan bir kaç siyaset adamı(!) daha vardı:

  Madımak Katliam’ının ertesi günü, 3 Temmuz 1993′de,  Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan  hükümet programının görüşüldüğü TBMM’de söz alıp şunları söyledi:

   "Bizim vurma kırma ile hiçbir şeyi yapamayacağımız bellidir. Ancak olaylar, belli bir maksatla Sivas’a gelen bir ekibin halkın duygularını incitici konuşmalar yapmasıyla başlamıştır. Tahrik sonucu ortaya çıkmıştır. İlin valisi de toplantılara katılarak adeta grubu onore etmiştir."


     Bakın Refah Partisi genel başkanı böyle düşünüyor.E o partinin adı üstünde GENEL başkanı olunca partinin genel görüşü bu oluyor ve bazı üyeleri de ona eşlik ediyor işte:

Sivas’ta 35 şair, yazar ve düşünürün hayatını kaybettiği Madımak Katliamı sırasında Refah Partili Belediye Başkanı olan ve sonrasında katliamdaki rolü çokça tartışılan Temel Karamollaoğlu, 6 Aralık 2011 tarihinde konuk olduğu 5N1K programında, Cüneyt Özdemir’in “35 insanı yaktılar canlı canlı” sözleri üzerine konuya şu şekilde açıklık getirdi 

   "Kullanılan ifade şu genelde, siz de diyorsunuz; canlı canlı yaktılar. Bazen de cayır cayır yaktılar. Sivas’ta, Madımak Oteli’nde, televizyonlar gösteriyor, bir kişinin nasıl perdeleri yaktığını, benzin dökerek. Ondan sonra nedense, yukarı taraflardaki, bu mağdurların kaldığı, ölenlerin kaldığı odalardaki pencereler açılmıyor, veya açtırılmıyor. Dumandan zehirlenerek öldü ölenler, cayır cayır yanarak ölmedi"

Bu açıklamanın üzerine Cüneyt Özdemir’in “ne fark eder, nereye getirmek istiyorsunuz” diye sorması üzerine :

"Şimdi buradaki tahriki söylemek istiyorum…"

     Evet bu sadece Refah Partisinin genel ve parti içi görüşüydü.Şimdi gelelim bu katliamın en gözde ve en önde rol oynayıcı partisi ve onun genel başkanının açıklamlarına sanki biraz da tehtidkar gibi :

BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu Madımak Katliamı’nın ardından şu yorumlarda bulundu: 

"Burada asıl sorumlu uzun süredir halkımıza ve mukaddes değerlerine hakaret etmeyi kendisine meslek edinmiş Aziz Nesin’in bilinen tavrını tekrarlayacağını bile bile Sivas’a getiren İl Kültür Müdürüdür. Burada Valinin de gerekli uyarı ve müdahelede bulunmayışı ayrı bir mesuliyettir. Olayların bilinçli bir şekilde buraya gelmesini sağlayan Aziz Nesin’e hükümetin ve adli mercilerin bundan sonra nasıl bir tavır sergileyeceklerini kamuoyu ve Sivaslılar merak etmektedir. Bu zihniyet bilinen alışkanlıklarını tekrarlamaya devam ettikçe bu tür üzücü olaylarla yeniden karşılaşmamız ihtimal dahilindedir."

   Herkes memnun gibi gözüküyordu yaşananlardan kimse de bu bir suçtur demiyordu.Hatta bırakın bu yapılanlar hoş değil diyen bile yoktu.Dönemin muhalefeti hatta ana muhalefeti bile muhalefet etmekten yana değildi:

93 Madımak Katliamı’nın ardından gazetecilerin soruları üzerine, dönemin ana muhalefet lideri Mesut Yılmaz şunları söyledi: 

"Olayın büyütülmesini doğru bulmuyorum. Bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi."

    Aslında Mesut Yılmaz haklıydı ülkemizde ölme ve öldürme hatta katliama o kadar alışılmıştı ki büyütülcek birşey yoktu.Zaten yapılan hangi katliam o kadar büyütülmüştü ki ? Bu ozaman ki siyaset adamlarının(!) oldukça hoşuna giden bir olaydı çünkü din onların halkı uyutmak için kullandığı en güzel oyuncaktı. Yapılacak ters, halkın hoşuna gitmeyen bir açıklama oy kaybı demekti.Oysa din içerikli çok güzel bir laf vardır "Sen Allah'ın verdiği canı kimden alıyorsun"diye.
 

Peki dindar nesil yetiştirmek isteyen ve Dersim Katliamının avukatlığını üstlenen hatta hükümet adına çıkıp özür bile dileyen çok sayın(!) başbakanımız bu sıcak olay karşısında ne diyordu :

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 19 yıldır süren ve 13 Mart 2012 tarihinde 7 sanığı için mahkemenin zamanaşımı kararı verdiği Sivas katliamı davasını şu sözlerle değerlendirdi: 

"Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun. Zaten onlar da söylüyorlar… Yıllar yılı içerde olan vatandaş, içlerinde kaçak olanlar vardı… Bilemiyorum tabii onlar da var…"



     Evet bir katliam daha böyle örtbas edilmişti.Siyaset büyüklerimiz böyle demişti. Zaten sınırlı sayıda olan aydınlarımızdan 35 tanesi yobazlar tarafından işlenen insanlık suçu yüzünden kaybedilmişti.Bize ise sadece üzülmek ve tepki göstermek düşmüştü o da anca bu kadar...
    
    Sevgilerle...
           
                                                                                                  Sercan GÜVEN


İLK YAZI




     Bir metin ortaya koymak bir fikir üretmekten yada konuşurken ağzından çıkan kelimeleri seçmekten çok daha zordur. Bunun nedeni oluşturduğum metinin kalıcı bir eser olmasıdır ve defalarca okunacağını bilmektir. Belki de beni hiç tanımayan, ne demek istediğimi anlamayacak yada anlamak istemeyecek birileri tarafından okunacak olması beni tedirgin ediyor.
      Yazdığım her cümlenin, anlatmak istediğim konudan sapmaması , metnin bütünlüğünü bozmaması ve tabi ki de okuyanı metinin sonuna kadar götürebilecek bir bağlayıcılığa sahip olması gerekiyor. Özellikle oluşturmakta olduğum bu metin hakkında kendi kendime en ufak bir şüpheye yer vermemem gerekir ki okuyacak kişiye okuduğu metinin fikrine saygı duymasını ve hatta ona inanmasını sağlayabilecek bir kararlılıkta olmalıyım.
       Az önce bahsettiğim tedirginliğin bende yol açtığı öz güvensizlik yüzünden yazacak konu dahi bulamıyordum. Aslında bir çok konu hakkında fikir sahibiyim yada öyle zannediyorum . Ama dediğim gibi  her düşünceyi yazıya dökebilmek kolay bir iş değilmiş ya da benim işim değilmiş.Sanırım bunu zamanla daha kolay anlayacağım. 
  Şimdi ise tedirginliğim veya yeteneksizliğim, adını ne koyarsak koyalım farketmez. Umarım tedirginliğimdir. Bu nedenlerden dolayı herhangi bir konu bulup onun hakkında yazı yazamadığımı yazmak istedim.
  Yazamam yazamam yazamam derken neden yazamadığımı yazabildim :)




Deniz IRMAK






12 Mart 2012 Pazartesi

Düşünüyoruz O Halde Yazarız

Sokrates sormuş


-Kimdir insan, insan nedir?


Agoradaki gönüllü öğrencileri


-Onu bilmeyecek ne var, İki ayaklı, tüysüz bir yaratık


demişler.


Ertesi gün, pazar yerine tüyleri yolunmuş bir horozla gelen Sokrates, canlı hayvanı göstererek sorusunu yinelemiş


-Yani böyle bir şey midir İnsan dediğiniz?


İşte böyle anlamlı bir soru sormuştu tarihin bilinen iilk düşünce suçlusu.Hayır tabiki o kadar basit bir şey değil insan.Fiziksel özelliklerinin yanında belkide en güzel özelliği DÜŞÜNMEK.Her ne kadar sisteme karşı kullandığında suç sayılsada bu özellik yinede korkmamak düşünmek ve konuşmak gerekiyor.Ne diyordu sayın(!) başbakan "Haksızlığa karşı susan dilsiz Şeytandır".


Ve düşünmek için konuşmak için ihtiyacımız olan en önemli şeylerden biri İLETİŞİM.İnsanlar iletişim araçlarını kullanmaya  M.Ö 3500'lü yıllarda resimli yazıyla başladılar daha sonra hiyeroglifler,yazılar,kitaplar,telgraf,semafor,telsiz,televizyon derken günümüzün en büyük iletişim aracı olan bilgisayarı ve interneti icat ettiler.Aslında kimileri insanları birbirinden uzaklaştırdığını insanları asosyalleştirdiğini savunsa da insanların çok büyük bir bölümü bugün hemen hemen her alanda iletişim kurmak için interneti kullanır oldu.


İletişimimiz koptu mu güçlendi mi ayrı bir tartışma konusu ama insanlığın işini oldukça kolaylaştırdığı aşikar.Bizde bir kaç arkadaş düşüncelerimizi başkalarına aktarmak , bildiğimiz bilgileri çoğaltmak için çağımızın en yaygın iletişim şekli olan interneti seçtik.Bu yüzden bu siteyi seçtik.


Tek suçunuz düşünmek olsun.


Sevgilerle...


DÜŞÜNCE SUÇLULARI