28 Aralık 2012 Cuma

Maskülen Güç


" Kendi başına doğuran mucizelerin kadını Kibele dönemi biteli çok oluyor. Spermlerinin marifetini anlayan erkeğin çağındayız. Sik çağı ! Boyundan büyük siki olan bereket tanrısı Priapos'un kurallarının çağı. Bu çağda mal, sahibini zayıflatır. Bu çağda savaşları, kaybedecek kadını olmayanlar kazanır. Bu yüzden erkek, alabildiğine derine gömer kadını. Gökte, kadına ait ne varsa onu taşıyan şeytan, erkeğe ait ne varsa onu taşıyan kadın. Aralarında kalmıştır sıkışmıştır erkek. Kızgındır. Bu yüzden gömer kadını. Eşit olamayacağını bildiği için üstüne çıkar, tepinir. Çünkü sikini doğrultmazsa doğurtamayacağını, ama bir kadının kısır da olsa zevkten delirebileceğini bilir. Erkek, kadından nefret etse de peşinden koşan, yakaladığı yerde de yumruklayan bir doğa kazasıdır. Kendisinin de iddia ettiği gibi, sahip olduğu her şey, sikinden küçüktür. Aklı, kalbi, insanlığı ve her şeyi..."      Hakan GÜNDAY / Ziyan

23 Aralık 2012 Pazar

Mağmum Masamız



  Unuttum desen de ne çare! Unutulur mu hiç kaldırdığın kadehler? Her meze,her yudum,her rüzgar masadan götürür duygularını. Kolay mı sandın? Rakı içiyorsun! Ellerinin içine aldığın bardak,senin tüm hayatın. Her yudumda daha da uzaklaştırır masadan seni bu velet! Beyaza çalan rengi masum durur uzaktan .Oysa katilindir senin. Söylediğin,hissettiğin her şey gerçektir ve daha beyaz onunla. Herkesle içemezsin onu. Herkes aynı tadı vermez sana. Sen aynı rakıyı içtiğini düşünüyorsun ya, yanılıyorsun!  Herkesle aynı içilmez. Ortak olmalı rengi de derdi de.
  
  Salaş bir balıkçıda kaldırdığın kadeh,kaldırdığın keder masanın şerefinedir. Masamızın ortağıdır söylenen her söz. Dalgaların kıyıya vuran sesi de,rüzgarın alaçatılarına vuran sesi de ortaktır yüreğine. Anlamaz çokça kişi ! İçer de, anlamaz seni! Hafif mayhoşluğunu,anlar eline aldığın kadeh. En sadık ortağındır hayatta. Kim söyletir ki içindekileri ondan başka? 
  
  Yakamoz vurur denize. Arkana aldığın anılarına gizlenmiş kokular, masandaki balığında, mezende gizlenir. Ortağın açar yolunu. Söylenmemiş her sözü söyletir sana. Kimi onu özüyle içer,kimi katar içene bir derin su bir de buz. Dudaklarından dökülen her sözün bir iklimini getirir rakı. Her mevsiminde başka şey paylaşırsın. Müzik mi seni böyle alıp götürür yoksa ortağın mı bilinmez ya,gidersin kendinden. Herkesin kendine göre hayat derdi,aşk derdi vardır. Masanda hangisi çoksa,onu paylaşırsın. Sen rakıya kavuşursun,masa aşka kavuşamaz ve biz yine yalnız kalırız.
Benim kulağıma fısıldar kimsenin bilmediği bu dizeler:
Havada kararsız bir yağmur
Anlarsın senden telaşsız
Yatakta yalnızlık yerini korur
Nefesin ruhundan duyarsız
Deli hasretin küskün ruhuma
Hatırı sayılır yarınlarıma
Gözyaşımsın tenime akan
Sözlerin geceye kanan
Sensizlik yalnızlıktaki yaram
Yine kaldırırım ortağımı gecenin yakamozuna, ortağımın en sadık dostuna. Gece beyaza, masada son mezeler sana teslim olur. Son itiraflar bırakır kendini dudaklardan. Biz yine dökülürüz kanımızın kaynadığı yere.

                                                                                                               Zeynep  DANIŞMAN

19 Aralık 2012 Çarşamba

Rakı Kültürü



     Güneş batmak üzere, havanın derecesi bize aynı şeyi çağrıştırıyor; rakı. Bazen diyorum ki alkolik miyiz biz sonra düşünüyorum atalarımızın, dedelerimizin ve  başta Mustafa Kemal Paşamızın kültürü bu ve büyük bir istekle dört iyi arkadaş aynı yeri düşünüyoruz. Hemen ardında, Alaçatı’ya balıkçı teknelerinin  yanındaki  o sempatik restorana gidiyoruz. Garsonlar bize isimlerimizle hitap ediyor. O kadar çok gidiyoruz ki oraya artık orası bizim evimizin bahçesi gibi, biz hiç sipariş vermiyoruz. Deniz sanki bizim gelmemizi bekliyormuşcasına mutlu. Rüzgar gülleri bize el sallıyor hoş geldiniz dercesine. Tüm masanın oyuncuları teker teker geliyor bir tiyatro oyununun oyuncuları gibi ilk rakı, su ve buz geliyor onunla birlikte bazen aynı daldan koparıldığını düşündüğüm kavun ve peynir geliyor. Sanki tarlaya tek bir tohum dikmişsiniz de aynı topraktan kavun ve peynir çıkmış gibi… Rakı ve su  kime yakınsa bu güzel günün sakisi o olur. Ve rakıları sakimiz dolduruyor , arkadan çok sesli de değil sanki o şarkı bizim hayatımız boyunca hep ufaktan çalıyormuş gibi bizimle bütünleşen  Müzeyyen Senar "Şarkılar Seni Söyler"’ şarkısı...
      


      İlk olarak asla mezelerden bir çatal alınmaz. O soğuk, çapı 5 cm boyu 12 cm olan ince, dünyanın en güzel bardağı olan bardaktan bir yudum aldıktan sonra peynire ve mezelere geçilir. Çünkü eğer mezelerden bir çatalla başlarsak başrol mezeler olur ve rakı onlara ayak uydurmuş olur. Ama bizim baş rolümüz rakı.  Ve diğer sanatçılarımız geliyor; salata, deniz börülcesi, girit ezme,haydari… Daha sonra ahtapot ızgara ve karides…  Onlarda sanki rolleri gereği ayak uydururlar masaya hepsinden aynı miktarda alırız tabaklarımıza onların kalbini kırmamak için.  Rakı masasında sürekli bardaklar birbirine vurulmaz. Vuranları kınıyoruz bizim oralarda sürekli vuranlara ilk defa içiyor muamelesi yapılır ve öyledir de. Servis tabaklarını asla yeniletmeyiz çünkü onlar akşamın o masanın birer tablosudur, bir ressamın tuvale vurduğu fırça darbeleri gibi. Hepimizde aynı mezeleri koyarız tabaklarımıza ama hepimizin tabaklarındaki resimler farklıdır. Her ressam aynı resmi farklı tarzda çizer.

  Baş rolümüzün sevgilisi ızgaranın yanından ufak ufak masamıza gelirken, masadaki rakılar yenilenir. Başrolümüzün en büyük aşkı da Alaçatı Çipurasıdır. Çipura masaya geldiğinde onu mutlu etmek için onun  tüm bedenini sevgilisine sarması için, bir lokmasını bile ziyan etmeyiz. Belki de bu güzel akşamın nedeni sadece sevgililerin  buluşmasını sağlamaktı. Rakı Balığın bize verdiği bu büyük zevkin,bugüne kadar farketmesek de, en büyük nedeni o büyük aşkı vücudumuzda hissetmemiz olsa gerek.


                                                                     Kemal VARHAN

16 Temmuz 2012 Pazartesi

"S"

  "Zamana bırakılmış hayatlar" diye bir program izliyordu. Kapattı. Sinir oldu. Duyduğu cümleler, gördüğü insanlar... Sanki televizyon ayna şeklini almıştı ya da bir eskiz. Sadece bu da değildi sinir bozan, bir antitez hem de en çürüteninden.
  Onun felsefesine göre; "Yaşanmış hiçbir hayat teğet bile geçmezdi yaşanmakta olanı". Öyle değildi işte. Uzunca düşündü. Dolaptaki birası aklına geldi ve onu da ortak etti bu bok çukuruna. Yok diyordu. Olamaz. Her hayat birbirinden farklı... Her tepki, her etki... Aynı nehire iki kere girilmezdi. Mazi denen bir olayın aynısı başka bir yerde yaşanamazdı. Su akardı çünkü hep. Hem yaşansa da aynı etkiyi yaratmazdı. Suya giren insanda hep aynı olmazdı ya.
  Ama bu kız aklını karıştırıyordu. Adı neydi şunun "S" ile mi ne başlıyordu. Yaşadıkları bu kadar benzeyemezdi. Peki ya verilen tepkiler, o ani sinirlenmeler, hayata küsmeler, hepsini geçtim sağ elindeki on dikiş... Her gördüğünde hatılattığı o yarım yamalak anılar, kesildiğinde bile o kadar canını acıtmıyordu o yara. Kafasının içinde sanki karınca yuvası vardı. O kaza çok şey götürmüştü hafızasından ama kazayı tam değil. Bölük pörçük hatılıyordu bir şeyler. Hemen televizyonu açtı birayı dökercesine.
  Durdu. Bütün organları kilitlendi ve tek bir hareket edemedi. Tek damlalık bir ağlayış. Bütün bölük pörçük düşünceler toplanıp o tek damla ile aşağı süzüldü gözünden. Kazadaki bir cümle aklına geldi; "Hadi kalk! Tek başına çekilmez ki bu hayat!" ama programın sloganıydı bu. Karıncalar çok çalışıyordu beyninde...
  İyi ama kendi sağ kolunda da olan o on dikiş... Bir şey anlatmaya çalışıyordu sanki(?). Hem o cümleyi son söylendeki ses neydi öyle, çok tanıdıkdı. Huzur buldu. Hafızasını çok zorluyordu, tam değildi ve çok yorulmuştu. Biraz daha bira... Varlığının tek kanıtını gerçekleştiriyordu, düşünüyordu... Ve çok düşünmesine gerk kalmadan buldu. O'ydu... Kazada hafızası ile beraber kaybettiği hayatının yarısı hatta tamı..!

Sercan GÜVEN

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Adam Olacak Topçu


  Sanırım CocaCola reklamıydı tam hatırlamıyorum."Hocanın topçu değil, adam olur dediği topçular..." diye bir slogan duymuştum.Evet futbol çok popülel ve zor bir camia ve aynı zamanda futbolculuk da tabi. Ama işin esas en zor kısmı hem topçu olup hem adam olmak.
  Bu iki zor özellik de kişinin insanlarda ardadıklarına göre değişmektedir. Herkesin topçu ve adam kriteri başkadır. O yüzden de en iyi topçu, adam gibi adam olan topçu kavramları sürekli tartışılır.Benim, adam gibi topçu kavramında aradığım en büyük özellik kendi gibi olmasıyla birlikte sadece kendi için olmamasıdır.
  Bunun son zamanlardaki örneğini Mario Balotelli 'de çok iyi şekilde görmekteyiz.Balotelli kimine göre oldukça şımarık bir isimdir. Yaptıkları onu şımarık gösterse de en azından kendi gibi bir adamdır. Kimseye oynamaz. Neyse odur.İstediği gibi yaşar ve bunu gizleme gereğide duymaz.
  Hem ayrıca pek bilinmese de Balotelli geldiği yeri unutmayan bir adamdır.Her yıl gelirinin bir bölümünü Afrika'da çocuk barınaklarına bağışlayacak kadar vefalı bir isimdir. Sadece bu da değil bir yılbaşı gecesi Noel Baba kıyafeti giyip ingiltere sokaklarında insanlara para dağıtmışlığı, bir üniversiteye gidip bir grup öğrencinin kütüphane parasını ödemeye kalkmışlığı da vardır.Evet kendi dilediği gibi yaşayan ama geldiği yeri ve yaşadığı acıları unutmamış olacakki oradaki ve etrafındaki acıları da unutmayan biridir.
  Adam gibi topçu dendiğinde Balotelli'nin yanında aklıma gelicek başka bir isim de Eric Cantona'dır.Cantona da belirlediği felsefe doğrultusunda yaşar ve bunu asla gizlemez. Kabul edilen bir çok şeye karşı koyacak kadar cesurdur ve sadece kendi çıkarlarını gözeten bir adam değildir. Öyleki Cantona Fransa'da emeklilik yaşının artırılmasına ilişkin reforma karşı yapılan eylemlere destek vermiş ve onlar adına 22 kasın 2010 tarihinde bir açıklama yapmıştır. Yaptığı açıklamada; tüm eylemcilerin banka hesaplarındaki paralarını çekerek ekonomik sisteme zarar vereceğini iddia etmiştir. Hatta bir holigan kendisine ırkçı bir laf ettiği için ona tekme bile atmıştır ve bu hayatında en çok zevk aldığı işlerden biri olduğunu söylemiştir.
  Cantona her ne kadar futbolu 18 Mayıs 1997 bıraksa da kendini asla unutturmamış ve asla değişmdeginin sinyallerini ara ara hep göndermiştir. Bunun son örneğini de Mahmut Sarsak'tan yana olduğunu açıklayarak göstermiştir.
  Hatırlanacağı gibi Mahmut Sarsak Batı Şeria'da bir futbol takımıyla sözleşme imzalamak için 2009 da Gazze'den ayrıldığında tutuklanmıştır.Hakkında hiç bir suçlama bulunmamasına rağmen hapiste tutuluyordu ve "Saldırı ve bombalma planları yapan, şerihatçı terörist" tanımlaması yapılıyordu üstelilk bir tane bile kanıt yokken. Bu kendine yapılan haksızlığı protesto eden Mahmut 90 gündür açlık grevi yapıyordu ve durumu ciddi olunca kliniğe alındı. Başta Cantona olmak üzere, yazar Naom Chomsky, yönetmen Ken Loach isimlerin UEFA'ya yaptığı 2çağrı sonuç vermiş olacak ki Mahmut Sarsak bugün tahliye oldu.
  Eric Cantona ve onun gibileri neden seviyoruz neden unutamıyoruz'un en güzel yanıtı aslında bu olanlar. Adam olucak topçu nasıl olur'un en güzel örneklerdir aslında bu iki isim(en azından ben ve benim gibi düşünenleriçin). Seni bu yüzden seviyoruz Cantona. Seni bu yüzden seviyoruz Balotelli...


Sevgilerle...


                                                                                                             Sercan GÜVEN


12 Haziran 2012 Salı

Düne Dair

   
  Bakma sen yüzümün asık olduğuna ; mutluydum aslında.Farkındalıkların kıyısındayım o yüzden öyle.Mesela yeni farkettim değmediğini.Öznel birşeyden bahsetmiyorum ; değmiyor işte hiç birşeye.Sonucunda birşey olacağı yok.Hele düşünerek yaşayınca hiç değmiyor.Düşünmek,plan yapmak, beklenti içerisinde bırakmak kendimi en büyük haksızlık belkide.Madem ne yaparsam yapayım sonucu mutlu etmeyecek beni bari anlık keyifler yaşayayım.Peki ne gerek bunun için ? Hemen söyleyeyim : Sadece arkadaşlar.Ama öyle sıradan değil,candan arkadaşlar sorgulamayan cinsten. Neden sorusunu ağzına bile almayan. Sevin hadi öyle şanslıyım ki böylelerinden bir sürüsüne sahibim. Dün , yani doğum günümde de bir kısmı yanımdaydı.Eminim ki ellerinde olsa hepsi olurdu yanımda.Anlamsız şekilde 5 karış olan yüzümü mutlu etmek için ellerinden geleni yaptılar.Gerçekten sahip olduklarımı görmenin mutluluğunu öğrettiler bana.Şimdi biraz daha yardımlarına ihtiyacım var sanırım.Çünkü yeni başlangıçların da başlarındayım hayatımda.Adım atmaktan korktuğum zamanların hemen ötesinde.Neden aramak yerine harekete geçme vakti geldi belki de.Bir türlü kabullenmediğim zaman kavramına ayak uydurmalı , herkes gibi sıradanlaştırmalı çok abarttığım herşeyi. Ancak öyle ' en güzel yaşını geride bıraktın diyenleri ' inkar edebilirim. Eğer gerçekten bana uzaktan bakıp bakıpta bir türlü görmeyenlerin söyledikleri doğruya yani geride kaldıysa en güzel yaşım bundan sonra hayat hep bir adım daha kötü olacaksa yeni yaşım olmasın kutlu...




Cem Sezer Şahin

8 Haziran 2012 Cuma

Korkma Yalnız Ölmeyeceksin

      Yine yakmış sigarasını, penceremin tam karşısına oturmuş, bırakmış gölgesini odamın duvarına… Mahalleliye sorarsan ‘alkoliğin teki’ derler. ‘piç kurusu; yatar, kalkar, içer’ derler. Bir rivayete göre adam yaralamadan yatmış çıkmış. Bir rivayete göre de sevgilisini vapurdan denize atmış.
  Eve her gün başka kadınla gelirmiş. Saçlarını okşayıp, gece sonunda hepsine aşık olurmuş. Güneş odasına dolunca terk edilir, akşama kadar aşk acısı çekermiş. Deli kadın söyledi, ben onun yalancısıyım; galiba geçen gün kendini asmaya kalmış. ‘zavallı’ dedi. ‘iple beraber aşağı yuvarlandı’
  Günden güne eve gelen kadın sayısı azalmış. Bizimkini bir gece hastaneye kaldırmışlar. Evine giren yüzü sapsarı çıkmış. Her yer kan. Kan kusmuş adam. Mide kanaması zannetmiş herkes ama kansermiş… Şimdi ben onu ilk defa bir gece yalnız ve saçsız-sakalsız görüyorum.
  Birkaç kere göz göze geldik onla. Aşık olacağımdan korktum. Geçtim pencereye bir sigara yaktım. ‘şarap’ dedi. ‘şarap içmez misin?’

  Gölgesi yine duvarımda uyandım. Güneş doğmuş, batmış ben anca uyanmışım. ‘sen’ dedi. ‘gün doğunca beni terk etmeyen tek kadınsın.

  Gözleri mum ışığında dolmuş, taşmış. Gözleri onca rengin arasında karanlık… Yine zil zurna sarhoş, yine leş gibi sigara kokuyor. Yine kustu kustu kustu… Son canıyla uzandı dizime yattı.

  Sende amma çok kadın sevmişin be adam! Ölmeyi hakketmişsin. Korkma yavaşça kapanacak gözlerin. Korkma diyorum be, ağlamayı kessene! Sarhoşsun işte ne olduğunu anlamayacak bedenin. Aklındaki kadınlarla gebereceksin. Ağlama diyorum, korkma! Ölmesene be adam kalk ayağa! Hangi gölge yansır bir daha odamın duvarına? Söylesene, kim aşık olacak her gece bana?


  Diyorum ya yine yakmış sigarasını, penceremin tam karşısına oturmuş, bırakmış gölgesini odamın duvarına… ‘hey kadın’ dedi. ‘kaç sabah oldu, sen beni terk etmemekte kararlı mısın hala?’. Güldüm. ‘ah be adam, sen gittikten sonra güneş hiç doğmadı ki odama…’



İrem Kiriş

3 Haziran 2012 Pazar

Fanustaki Nefes

Yalnızdı… Kalabalıktan yükselen onca sese rağmen sağırdı kulakları. Kimine göre çocuk olsa da herkesten derindi yaraları. Susardı… İnsanlar anlattığını sansa da o sadece aynalara gerçekleri kusardı.

Zaman geçtikçe canı daha da acıdı. Küçükken ağladığında annesinin ‘dökme o incileri’ dediği şeyler büyümüş ve adının ‘gözyaşı’ olduğunu öğrenmişti. Büyümüştü işte. Mesela yıldızları saymayı bırakmıştı. Benliğine yeni kelimeler eklemişti. (‘hoşça kal’ gibi)

ve bir gün canı her zamankinden daha fazla acıdı. Nefesleri sanki cam bir fanusa hapsedilmiş gibiydi. Bir süre fanusa düşmek için (bir balık gibi) çırpındı. Bu küçükken oynadığı nefes tutma yarışlarından farklıydı. (Nefesi tükendiğinde içini korku kaplardı. Çığlık ata ata gülerdi. Gözleri kocaman açılır, kendini güçlü ilan ederdi)

‘hoşça kal’ düşünmediği bir kelimeydi. Anlamını bilmek istemediği, ertelediği, duymazdan geldiği… Son bir kez söylemek istediği ama nefesinin yetmediği. Ve birden kendini gökte gördü yere düşen gözleri…

(sonra yavaşça kapandı)

hoşça kal hayalleri, hoşça kal ümitleri ve hoşça kal ulaşamadığı fanustaki nefesleri.

İrem KİRİŞ

29 Mayıs 2012 Salı

Dinsel "Hoş"görü (!)

 Evet başlıktan anlaşılacağı üzere oldukça tartışmaya açık bir konu. Başlıktan 'din' kelimesinin geçmesi bile yeterli ama yanına hoşgörüyü de ekleyince tartış tartış bitmez konu. Ben dinde hoşgörü olmadığını düşünüyorum burdaki dinden kastım ülkemizin dini olan müslümanlık tabi. Bunu kanıtlarım bile isteyenlere ama o çok ayrı bir konu.
 Benim burda bahsedeceğim konu daha basit bir konu. Biraz mantığı olan bir insanın ya da hoşgörüsü olan bir insanın rahatca karşı çıkabilceği bir konu. Geçenlerde çok sevdiğim bir sitede dolaşıyorum. Herkesin bildiği üzere meclis değil ilkokul öğrenci salonu. İçinde yapılan da siyaset değil komik münazaralar. O yüzden gün geçmiyor ki başka bir siyasetçinin başka bir komikliği ile karşılaşalım. Bu site de bu komiklikleri kaydeden bir site anlıyacağınız.

 AKP Zonguldak Milletvekili Özcan Ulupınar 27 Mart 2012′de Zonguldak’ın Çaycuma ilçesindeki bir caminin açılışında yaptığı konuşmada şu saptamalarda bulundu:
Dindar bir nesilden kime zarar gelir? Vatana, memlekete, dinine, kendisine, ailesine faydası olur. Ateist, dinsiz bir gençten hiç kimseye fayda gelmez. 
Sözlerine cami, Kur’an kursu ve İmam Hatiplarin faydalarını sıralayarak devam eden Ulupınar 4 + 4 + 4 eğitim yasasıyla ilgili de şunları söyledi:
Şimdi bu hafta kafamızı gözümüzü de yarsalar, o bant aparatı atıyorlar ya, onu da yapsalar, bıçak da sallasalar, kurşun da atsalar inşallah 4+4+4 geçecek. İmam Hatiplerin de orta bölümü eskisi gibi tekrardan canlanacak. Biz bunun için mücadele ediyoruz. Allah bize bunu nasip edecek inşallah
 Burda Özcan Ulupınar'ın iki konuşması da aslında ayrı ayrı değerlendirilmeli ama beni ilgilendiren kısmı şu cümle :"Ateist, dinsiz bir gençten hiç kimseye fayda gelmez.". Bu cümleyi halkımızın seçtiği vekil sıfatı verilen kişiden geliyor.Acaba Ulupınar'ın bu zamana kadar kendine ve yandaşları hariç kime ne faydası dokunmuş.
 Ve şöyle basit bir mantık kurdum ve bu malum faşizan cümleye kolay bir antitez kurup, cümleyi çürüttüm. Nasıl mı işte şöyle:


Bazı ateistler ;
Thomas Edison(mucit), Carl Sagan (gökbilimci), Albert Einstein (bilimadamı), Richard Dawkins(biyolog), Stephen Hawking(fizikçi), Bill Gates, Charles Darwin , Charles Bukowski(yazar), John Lennon(müzisyen), vb.
Türkler’den; Aziz Nesin (1993 yılında Sivas’ta yakılmaya çalışıldı) , Turan Dursun (1990 yılında öldürüldü) , İlhan Arsel (can güvenliği nedeni ile yurt dışında yaşadı ve 2009 yılında hayatını kaybetti), Nazım Hikmet (Türkiye’deki yaşamının önemli bir bölümünü hapishanede geçirdi), Can Yücel (Che Guevera’dan çeviri yaptığı için hapse mahkum edildi), Ali Demirsoy (biyolog), Celal Şengör(yerbilimci), vb.
Sevgilerimle...
                                                                                                Sercan GÜVEN

27 Mayıs 2012 Pazar

Akp Simdi de Kadın Bedenine Dokunuyor...


 Akp şimdi de kadın bedenine dokunuyor...

 Her şey "Yatıyorsunuz, kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz." cümlesi ile başladı. Başbakan bu defa fena zırvaladı... Önce bir doktor(!) edasıyla sezeryan doğumu eleştirdi, arkasından da bombayı patlattı: "KÜRTAJ CİNAYETTİR !". Yani "Hey siz yatıp kalkıp Uludere diyen kadınlar! Siz hiç kürtaj yaptırmadınız mı ?  Bize katil diyorsunuz siz de katilsiniz." dedi. Daha da açmak gerekirse Akp masumiyetini(!) yine ispatladı.
 Evet doğrusu bu ya, Başbakan(!) açıkladı. Sezeryan kötü, kürtaj cinayet ! "Evde çamaşır-bulaşık makinası yok mu üç değil, beş çocuk yapın" diyen bir zihniyetden başka kim ne bekleyebilirdi ?
 Ama bu zihinyet bukadarla da bitmedi. Bir yandaş sosyal bir ağda bir vatandaşla kürtaj tartışması girdi. Kadına " Sen çok mu kürtaj yaptırdın, bu kadar bağırmanın nedeni bu mu?" diye soran Melih Gökçek bana "Ulan keşke anan kürtaj yaptırsaydı dedirtti.

 Bunca katliamların, her geçen gün artan kadın cinayetlerinin, yolsuzlukların, zehirleyen sütlerin sorumlusu da KADIN DOĞUM UZMANI Başbakan'dır(!). Ve ona verilecek en iyi cevap şudur: 
 " Her gün 5 kadın, babası, kocası, erkek kardeşi veya sevgilisi tarafından öldürülürken, ülkemizde zaten 5,5 milyon çocuk gelin varken, sadece evli kadınlar şiddete karşı koruma altına alınırken, sadece eşi ölmüş kadınalara sembolik maaşlar bağlanırken, 100 bin kadına eğitim, bakım, istihdam ve güvence sağlamak yerine devlet tarafından vesika verilirken, soruyoruz: Kim namuslu, kim ahlaklı, kim katil ? "
Kürtaj kadının en doğal hakkıdır ! AKP bedenime dokunma !

İrem KİRİŞ

22 Mayıs 2012 Salı

Ey Sevgili

               Sitemlerimin hitabı değil bu korkma. Söylenmemiş dilde kalan son şey senle ilgili. Bilir misin hep isterdim sana kafiyeli cümleler kurmak ey sevgili ile başlayan? Denizi , göğü sana benzetmek yeşilin,sarının nurunu yüzüne yormak.İnan ölenler olmasa nice zelzeleler çenen titrediğinde ki korkuyu hissettiremezdi bana. Hatırlarım önce hafiften kaçırırdın gözlerini bakardın boşluğa,ardından titrerdi o çok konuşunca kulaklarını çınlattığım çenen.O an anlardım gök delinse günlerce yağmur yağsa ,taşan sular boyuma gelse akan göz yaşın kadar üzülmeyeceğimi.Ağlardın bana sarılarak. Herkesden herşeyden kaçıp sarıldığın ben değil miydim seni ağlatan?Bendim sanırım.Yıllar sonra söylesem ne farkeder bilmem ama hiç istemedim seni ağlatmak.Bazen olur ; istemezsin mesela hasta olunca yemek yemek ama yemezsen de iyileşemezsin ki.Keşke her gözyaşında okadar içten sarmasaydın sarılmasaydın.Düşününce kendimi çocuklara benzettim şimdi.Yeni doğan kuzeni ağlayınca çok tatlı oluyo diye ağlatanlara hani.
         Çocukluk deyip geçmeyi inan çok isterdim senle oturup gençliğimizden bahsederken yıllar sonra.Gelecekten bahsederken geçmiş zaman kullandım merak etme hep tökezlediğin basit bi anlatım bozukluğu sorusu değil bu , sadece ufacık çaresizlik.Kimsenin umrunda olmayan minnacık. Gün geceye dönünce yanımdan ayrımadığım çaresizlik.Üzülüyosun biliyorum halime. Ara sıra geliyorumdur kesin aklına.Ayrıca özür dilerim maillerine cevap vermediğim ve sana bi selamı çok gördüğüm için.Tanırsın ama sen beni gururdan yelek var üzerimde. Sanırım annem dikmiş giy demiş küçükken.İçinde büyümüşüm ben de yani istesemde çıkaramam artık küçüklük atletimden hallice.Bu arada kırgın falan da değilim sana. yani kırgındım aslında o defteri okumasaydım hala kırgın olabilirdim. Defterde bir sürü yalanın var hemen ilk bakısta çarpan gözüme merak etme benim de var. Sana uyudum dediğim hiç bi zaman uyumadım ben aslında.Futbol yorumcusu gibi olmadı mı böyle ? Maçtan sonra pozisyonları tartışmak gibi.Hakem sonucu tescil ettiğine göre daha fazla konuşmak anlamsız tabi bi kaç şey dışında. Benden 'nefret etme' demişsin mesela ; hemde hiç. Etmedim korkma çok uçlarda yaşamam ben zaten hayatı.Gerçi normal yaşayabiliyor muyum onu da bir ara konuşmak gerek.Nefret etmedim belki ama kırıldım sana. Benim hiç biyerim kırılmamış küçükken demeyi düşünürdüm Eceye. Hatırladın mı Eceyi ? Ben o kadar usluymuşum ki hiç bir yerim kırılmadan kocaman adam olabildim hadi sıra sende. Gülme bana cidden düşünmüştüm bunu .Serviste boş boş dışarıyı seyrettiğimde ne düşündüğümü sanmıştın?Artık benim kırılan biyerim yok diyemicem sayende gerçi söyliyebilceğim kimse de olmucak.Olan sadece küçük bi hayal kırıklığı daha. Aklıma geldikçe böyle küçük hayal kırıklıkları büyüklere hak verir oldum. Damlaya damlaya göl olur derlerdi ya hani inanmazdım eskiden.Artık inanıyorum.Belki de sayende büyüdüm ben.Teşekkür ederim.Tek sorun bıraz içim acıdı o kadar. azmettiricimde kendim oldum buara. Güzel şiirler, güzel şarkılar, anlamlı yazılar. İçimi acıtmaktan başka işe yaradıkları da yok. Ama olsun diyor o çok acıyan içim çok acımazsa kırık düzelmezmiş.En kor ateşte kaynaması gerekiyormuş . Bakalım hayırlısı. hafif bi umut var gözlerimde bence. Artık kızmıyorum mesela sana.Geçenlerde hak verdim hatta tebrik ettim. Sevdiği için yaptı sen yaparmıydın diye sordum kendime. Sonra kimin aşkı daha büyük diye düşündüm. Sen karşına onca seneyi onca emeği aldın bir zamanlar sevdiğin insanı bi başına bıraktın sevdiğin adama gittin.Ya ben ? Ben hiç bişey yapmadım senin sevgin için. Uğrunda vazgeçmediğim arkadaşlarım kaynıyor ortalık.Kimsede vazgeçemedim diyelim sana karşı da hiç, mükemmel biri olmadım zaten. Mutlu ol hadi yendin beni. sonucu hükmen biten bi maç gibi oldu 3 0. Aklına ben gelince neşelen yani. Ne oldu bu çocuk diye düşünme .


CEM SEZER ŞAHİN

11 Mayıs 2012 Cuma

Karşıyaka, 100. Yıl ve Basketbol...

 Son yıllarda futboldan başka her branşın gereksiz görüldüğü spor kulüplerinde, hem taraftarı hem yönetimi olarak basketbola verilen desteği hiçbir zaman bir nebze bile olsa düşürmeyen ve aşığı olduğum Karşıyaka için basketbol da bir yılın sonuna gelindi. Tahmin edileciği gibi playofflarda ve Efes Pilsen'e karşı. Karşıyaka son 20 yılda düzenlenen playofflarda sadece 5 kere katılamama başarısızlığını göstermiş. Son katılımlarında ve lig içerisinde Arena'da herkesi yenbilme başarısı gösterdiği zamanlarda bile Efes Pilsen, Karşıyaka taraftarının hep sinirini bozmuştur. Nitekim bu sene de böyle oldu.Bu seneki serinin son maçında hakemlerin Efes'e karşı korkaklığının etkisi de var tabi.
 Sene başına bakacak olursak Karşıyaka'nın en çok bütçe ayırdığı yıl, 100.yılı olan bu senedir sanırım. Kalıcı bir kadro oluşturuluyordu. Coach Hakan Demir ile devam ediliyordu. Yerli oyuncuların hemen hemen hepsi elde tutulmuştu, Furkan Aldemir hariç. Taraftarın ve yönetimin isteği Furkan'ın kalmasından yana olsa da Furkan kendi isteği ile Galatasaray'a gitmişti. Birkan Batuk, Ahmet Erdoğan, Emre Bayav, Alper Saruhan ve altyapısından gelen 3 oyunucusu kadronun yerli kısmını oluşturuyordu. Yabancılardan bir önceki sene taraftarla arasındaki bağ iyi de olsa yaptığı saygısızlık nedeni ile Andre Smith kaptan yollanıyordu playoff başında.
 Yine taraftarım gözüne girmeyi başarmış ligin en kısa oyun kurucusu olan Atom karınca Holston durumu merak konusuyken gönderme kararı alınmıştı. Saha içi,saha dışı ve oyun tarzı ile "Reis" lakabını alan Jovo'nun takımda kalması ise mutluluk yaratmıştı. Uzun zaman sonra kadro dağılmamış birkaç isimle yollar ayrılmış üzerine eklemeler yapılacaktı.
 Herkesin bildiği gibi Karşıyaka bulduğu genç yabancıları vitrine çıkartıp dünya basketboluna armağan etmesiyle ünlüdür.Amerikalılardan buna en güzel örnek Gary Neal, avrupalılardan buna en güzel örnek ise Zakhar Pashutin'dir. Ama bu sene öyle olmamamıştı. İlk transfer haberi Mire Chatman ile gelmişti. Chatman bu ligin en iyi oyun kurucudur bana ve birçok isme göre. Yaptığı çok kuvvetl penetreleri, mükemmel saha görüşü ile asistleri ve uzunlara yardımları ile aldığı riboundlarla bu yıl bunu istatistiksel olarak göstermiştir. Diğer transfer haberi ise 2 ve 3 numara oynayan Bosna Hersekli Goran İkoniç'ti. İkoniç haberini duyduğumda çok sevinmiştim bende onun kariyerini okuyan herkes gibi. Bize gelmeden önce Eurochallenge'de Yılın Oyuncusu,Yılın Guard'ı, Yılın Avrupa'lı oyuncusu seçilmesinin yanında en iyi 5'e de seçilme başarısını gösterip gelmesi beklentileri yüksek tutmamızı sağlamıştı.
 Ne yazık ki bu kadar büyük beklentiler oluşturan İkoniç sezona iyi giriş yapsa da istikrarsız perfomansı ve yaptıkları göz önüne alındığında bu lig için yeterli olmadığını gösterdi. Özellikle aldığı paraya kıyas yapılırsa. Takımda kalan Reis'imiz zaten oyun zekası ile sade oyunculuk değil saha içinde ve dışında antrenörlük dahi yapabilceğini bu sezon da göstermiştir. Yerli oyunculardan Birkan'ın tutulması büyük bir başarıydı çünkü bu ligin en çok gelecek vaad eden oyuncularının başında geliyordu. Diğer yerli isimler Alper, Ahmet ve Emre basketbolda katkının sadece istatistikten ibaret olmadığını gösteriyorlardı.
 Lige zor bi fikstür ile başlayan Karşıyaka ilk 7 haftada sadece 2 galibiyet alabilmişti. Ama bütün büyük bütçeli takımlara kök söktürmüştür. Banvit galibiyeti dışında diğerlerinde galibiyet koparamamasının nedeni bir kaç basit hatalar ve maç sonu oynayamamasıdır. Ligin 8.haftasından 15. haftasına kadar hiçbir rakibi karşısında zorlanmadan galibiyetler alarak müthiş bir seri yaklamıştır.
 Arenada bütün rakiplerini sahaya gömme konusunda büyük bir üne sahip Karşıyaka'da bu sene işler öyle gitmiyodu. Ligin 2.yarısındaki zorlu fikstürden yine ilk 7 haftada sadece 2 galbiyet alabilmişti. Ama burda belkide hayatım boyunca basketbolda gördüğüm en kötü karar olan fenerbahçe maçında son pozisyondaki birbirinden kusurlu 3 hareketi hakemlerin resmen kasti olarak görmemesi de yenilgideki büyük bir etkendir.

 Kalan maçlarda da Olin Edirne dışında kaza yaşamayan Kafkaf ligi 19 galibiyetle 6.sırada iyi bir şekilde tamamlıyordu. Ama malesef rakibi Anadolu Efes oluyordu playofflarda. Sezon boyunca dağınık ve istikrarsız tam bir takım olamama görünümü veren Efes, özellikle Kerem Tunçeri'nin  Karşıyaka karşısında ayrı bir konsantre ile hazırlandığından mıdır bilinmez ama onun önderliğinde Karşıyaka 'ya karşı hiçbir maçta olmadığı kadar takım görüntüsündeydi. Buna isabetli atışlarda eklenince Karşıyaka'yı çok da zorlanmadan elemişti.
 Buraya kadarki anlattıklarımın hepsi Karşıyaka takımının oyuncusuyla, teknik ekibiyle yönetimiyle hep bir başarı işiydi. Ama tabi işin bir de başarısızlık kısmı vardı. Karşıyaka sezona pota altını güçlü tutmak için Raymar Morgan ile başladı başlmasına ama bu isim tam br fiyaskoidi. Daha sonra yerine getirilen Brandon Bowdry den söz bile etmemek gerekir sanırım. Öyle bir ismin nasıl bu takıma getirildiği merak konusu gerçekten. Tabi ona da fazla tahamül edilemedi. Pota altı 3 oyuncuya emanet edildi. İlkan Karaman 'ın da hakkını teslim etmek gerkir gerçekten iyi mücadele etti.
 Sezon içerisinde Birkan Batuk sakatlığı daha sonra Ahmet Erdoğan sakatlığı kısa probemi yarattı özellikle Ahmet Erdoğan'ın skatlığı Chatman'ı fazla yormaya başlamıştı.Yerine Chaisson Allen geitirildi. O da bir Ahmet Erdoğan etmedi vasatı geçemedi. Zaten kariyerine şöyle etraflıca bir bakılsa vasatı geçemicaği belliydi.
 Düşük bütçesine rağmen getirdiği yabancılarla meşhur Karşıyaka, uzun zaman sonra Morgan, Bowdry,Allen ve bunlara İkoniç'i de eklersek bir yıl içerisinde tam 4 oyuncudan yararlanamamıştı istediği şekilde. Bu başarısızlıklar küçük de olsa zaman zaman göze çarpmış küçük detaylardı. 100. yıla oturmuş kadro ve Chatman gibi süper bir oyun kurucu ile girmesiyle yılı iyi bir şekilde bitirmiş playoff'a rahat girmiş ama hedeflenen başarıya ulaşamamıştı. Bunların hepsine rağmen Karşıyaka oyuncuyla, teknik ekibiyle ve yönetimiyle yine de Karşıyakalı taraftarlardan başarılı bir not almayı başarmıştı.
 Belki taraflı olarak söylediğim düşünülebilir ama tarafsız olarak söylesem de "Basketbol Karşıyaka, Karşıyaka basketboldur."

Sevgilerle...
                                                                                                      Sercan Güven

11 Nisan 2012 Çarşamba

Bir Saat Gibiyim

  Bugün kendimi bir saat gibi hissediyorum ben. Herkesin merak ettiği ama ihtiyacı olmadığı bir nesne. Özne için oldukça yetersiz. Birçok insanın hayatındayım ama kaçı taşıyor ki beni. Kararlar ve düşünceler arasındaki bir hayattan ibarettim ben. Bir karar için altmış farklı düşünce, bir düşünce için altmış farklı karar.
  Bugün kendimi bir saat gibi hissediyorum ben. Kimin için ne göstereceğimi bilemiyorum çünkü kendimi onla özdeşleşttiriyorum ben. Düşünüp ben karar versem de o uyguluyordu kendi adına, ben ise onun adımdaki kendime... Hayata hep bir geçe, o'na ise hep bir kalayım ben.
  Bugün kendimi bir saat gibi hissediyorum ben. Herkesin baktığı bir tek onun göremediği bir saat. Herkesin hayatında farklı bir yerim olsa da üzüntünün üstünde duruyorum ben. Sanki yitiyor gibiyim, sanki pilim bitiyor. Bozulsam da artık kimse düzeltemiyecek gibi. Zamansızlığın kötü karakteri, sorumluluğun can dostuyum ben. 
  Artık kendimi bozuk bir saat gibi hissediyorum ben. Doğrularım gittikçe azalıyor. Göstediğim doğru sayısı da oldukça yetersizdi göz önünde olmak için. Zaten neye yarardı ki doğruyu göstermek, bir ayrılık vaktine denk geliyorsa eğer. 
  Onunla geçirdiğim bir koca saatten ibarettim ben...

Sevgilerle..


SERCAN GÜVEN

5 Nisan 2012 Perşembe

Paylaşmak Değil Anlamak


         Devrim sözcüğü yine içinin boşaltılacağı, ağızlara sakız edileceği, ne anlama dahi geldiğini bilmeden binlerce insanın kullanmaktan kaçınmayacağı gün yaklaşıyor. Herkes sosyal paylaşım sayfalarında 3 cesur devrimcinin idam edildiğini, fotoğraflarını 1 gün profil fotoğrafı yapacak. Belki de ne anlama geldiğini bilmediği ama sadece Deniz Gezmiş’in söylediği bir söz olduğu için onu sayfalarında paylaşacak. Maalesef devrime adanmış o 3 nefer 24 saatte yine unutulacak.
        Elimizden bir şey gelmiyor deyip 1 gün devrimi “sözde” hatırlamak aslında büyük bir cesaretsizlik ürünüdür. Çünkü 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan o geceden itibaren devrim ile ilgili yazı yazmak çok göze batmayacaktır.  Çünkü o kara günü popüler kültürün bir dayatması olarak görecek kadar aciz durumdayız. Gerçek devrime ve devrimcilere bundan büyük darbe olamaz.
        Şuan bloğumuzda çalan şarkıyı emin olun 6 Mayıs günü Deniz’in en sevdiği şarkı olarak bir sürü yerde duyacaksınız. Belki sizde bu şarkıyı defalarca dinleyip hüzünleneceksiniz. Maalesef ki yine devrimi anmak için 365 gün daha bekleyeceksiniz.
       Devrim sözcüğü size şuan çok uzak gelebilir. Şuan ki Dünya şartlarında olması belki çok zorda olabilir. Ama her şeyin olduğu gibi devriminde günümüzde uygun bir şekilde hala gerçekleşebildiğini görebilirsiniz. Nasıl mı? “Kendilerine dayatılan Bologna sürecini kabul etmeyen öğrencilerin defalarca bıkmadan yürüyüşler düzenlemesi ve sonucunu yavaş yavaş almaya başlamasıdır.” İşte bu aslında küçük bir günümüz devrim örneğidir. Şili deki öğrencilerin eğitim reformuna karşı direnişi günümüzün meşhur lafı olan “devrimin gerçekleşmesi artık imkânsızdır.” I yıkan en gerçekçi örnektir. Bizlere de hakkını koruyup savunmak için arkanda büyük güçlerin değil cesur kalplerin olması gerektiğini anlatmıştır yine.
     Artık yeter!!!  Ya devrimciyim diyenler kendilerine başka bir isim bulsunlar mesela “oportünist” gibi yada o ismin gereklerini hiçbir bahana arkasına sığınmadan cesurca ortaya koysunlar. Unutulmasın ki devrim sadece gerçek, mert ve idealleri için korkusuzca savaşan bir avuç insanla gerçekleşmiştir.



3 Nisan 2012 Salı

Uyudum Büyüdüm Gibi Göründüm



   Uyku bulaşıcı derler. Hak vermiyo değilim. Benden bana bulaşan bi hastalık.Kimse çok 


uyudu  diye ölmemiş bugüne dek ama ölümün de uzun bir uykudan pek farkı yok. Hiç 


uyanmıyacak olduğun bir uyku.rüyalar görsem belki ölüm mantıklı gelebilir. Yaşamaktan 


daha zevkli olur en azından daha sürükleyici. Bu aralar öyle rüyalar görüyorum ki 


hayatımdan her biri bir parça. Eskiye dair ama yenilikçi. Uyandığımda gerçekten yaşadım 


sandığım hepsi. Durup bir düşünmem, tartmam gerekiyo gerçi farketmem için.Mesela uyan 


diyor abim bana her gün dediği gibi. Uyanda hallet şu işleri. Hep bir koşuşturma peşindeler 


rüyamda bile bırakmıyorlar beni kendi halime. Kimsenin gelip sorduğu da yok neyin var iyi 


misin diye? Sadece hadi kalk diyorlar bu kadar yatılır mı? Yatılmaz. Ben de biliyorum 


bu kadar yatılmaz kalkıp yaşamak gerek hayatı. Sonra pişman olacağım uyuyarak 


yaşlandığım için ama kalkamıyorum bir türlü hele de gökyüzü ağlarken. Eskiden beri 


sevmem yağmurlu havaları.Hep bir şeyler alır götürür benden. Sanki en tatlı şeker 


benmişim akan her damla benden bir parça daha koparıyormuş gibi gelir.Erimekten 


korkuyorum yani. Ne güzel bahaneler ama.Güneşte yanmaktan,yağmurda 


erimekten,soğukta donmaktan korkan biri miyim gerçekten? Olanı görmezden gelip 


kelimelerin arkasına saklanmak ne hoş. ya yüzleşmek beni üzenle, adını bilmediğim 


kendimle ? İçimde saklanan en derinde. Sanki ben ben değilmişim içimde ki benmişim gibi 


bazen. Dünya kadar insan türedi zaten . Her birinin aklı 5 karış havada kendi benim içimde. 


Hayallerimde baş rollerde, hep senaryolar yazarlar ayaküstü belki hepsi doğaçlama. Beni 


uyanmaktan alıkoyan onlar evet. 









CEM SEZER ŞAHİN



1 Nisan 2012 Pazar

Basketbolun Unutulan Geçmişi: Tofaşspor


Tarih 1975 i gösteriyordu o zamanki adıyla TOFAŞ SAS 30 Mayıs-1 Haziran tarihleri arasında Eskişehir'de düzenlenen turnuvada rakipleri İzmir Karantina,Deniz Harp Okulu ve Ankara Demirspor'u tek tek yenerek 2.lige yükselmiştir.
 Tofaş Sas 2.lige çıktıktan sonra finansal kaynak gerekiyordu çünkü trasferler yapılmalı ve takım 1.lige çıkmalıdır. Bunun için İnan Kıraç ve Erdoğan Karakoyunlu bir kaynak yaratmıştır. Takıma Cevat Soydaş, Tufan Turan ve Nusret Işıldaksoy katılmıştır.Birol Öngör'ün çalıştırdığı takım Cevat Soydaş önderliğinde 1.lige çıkmıştır.
 Altyapı denildi mi belkide akla gelen takımlardan biridir Tofaş. O zamandan beri türk basketboluna yetişrdiği isimlerle damga vurmuştur. Büyük bütçesi olmasa da alt yapısıyla ayakta durmuş bir çok kesim tarafından saygı görmüştür her ne kadar son zamanlarda unutulsa da. Zaten Tofaş takımı da ilk başarısını 1978 senesinde yıldızlar kategorsinde şampiyon olarak almıştır.
 Ne ekerseniz onu biçersiniz sözü basketbolda da doğruluğunu kanıtlıyordu. Altyapıya önem veren Tofaş Sas meyvelerini yavaş yavaş toplamaya başlıyor yani ektiğini biçiyordu. O meyveler 1992-93 sezonunda gelmişti ilk. Ligi 4.sırada bitiren Tofaş Sas, Türkiye Kupası'nda ise dörtlü finallere kalma başarısını göstermişti. Trabzon'da oynanan finallerde önce Ankara Kolej'i daha sonra ise Nasaş'ı yenerek kupaya uzanmıştır.

Bu Tofaş Sas'ın "A" takımlar düzeyinde kazandığı ilk kupadır ve takımın başında Mete Babaoğlu bulunmaktadır.Kadrosunda ise altyapıdan gelen: Murat Konuk,Levent Erdem, Levent Sacak, Serdar Çağlan ve Gürcan Şirin gibi isimler bulunmaktadır.
 Eğer siz temeli sağlam tutarsanız daha sonra yapacağınız her destek ile yukarı tırmanmanız daha da kolaylaşır.Tofaş Basketbol Kulübü de bunu çok güzel yapıyordu.Başarılar tek tek geliyordu. Altın çağını yaşıyordu resmen Tofaş. 1996-97 senesi geldiğinde Tofaş artık avrupa sahnesinde boy gösteriyordu.Tofaş o sene katıldığı Koraç Kupası'nda 90'a yakın takımın arasında finale katılma başarısını göstermiştir. Bu başarı büyük sevinç ile karşılanmıştır. Hatta Tofaş yürütme kurulu başkanı İnan Kıraç kulüp başkanı Ersin Taş'a mektup dahi göndermiştir.
 Tofaş takımı fnalde Yunanistan'ın Aris takımı ile karşılaşacaktır. İlk maç 26 mart 1997 tarihinde Selanikte oynanmıştı ve bu maçı 66-77 Tofaş kazanır. Rövanş 3 Nisan 1997 de Bursa'da oynanacaktı. Maçın başında önemli oyuncuları Samir Avdiç'in sakatlığı ve pivotu Rashard Griffith'in hastalığı Tofaş'ın maçı 70-88 kaybetmesine neden olmuştur.Bu başarıyı yakalayan takımda  yine altyapıdan yetişen 5 isimi ile altyapının ne kadar önemli olduğu bir kez daha görülüyordu. Şemsettin Baş,Cüneyt Erden,Ertuğrul Güler,Murat Konuk ve Serdar Çağlar Tofaş patentli oyunculardı.
 Başarılar aynı hızda devam etmekteydi Tofaş'ta.1998-99 sezonunda birinci liglerdeki ilk şampiyonluğa coach Jasmin Repesa  ileulaşmışlardır. Mehmet Okur, Serkan Erdoğan ve Rashard Griffith  li kadroya altyapıdan gelen Şemsettin Baş,Murat Konuk ve Hüseyin Demiral eşlik ediyordu. Takımda en skorer oyuncu, en çok ribound ve asist yapan  oyuncularda Rashar Griffith ve David Rivers ikilisi görülüyordu. Tofaş aynı teknik kadro ve oyuncuları ile birlikte 15 Eylül 1999 tarihinde finalde Ankara'da Efes Pilsen'i yenerek Cumhurbaşkanlığı kupasına uzanmıştır.
 Tofaş'ın 1.ligde en başaralı sezonu belkide çifte kupalı sezonu 1999-2000 sezonudur. Altyapının yanına yapılan büyük bütçeli yatırımlar tam olarak karşılığını veriyordu hedefler tam isabet vuruluyordu. Tofaş Basketbol Takımı önce Türkiye Kupası'nı kazanır daha sonra da Türkiye Deplasmanlı Basketbol Ligi Şampiyonu olur. Aralık ayında Repesa kendi isteği ile ayrılır yerine Tolga Öngeren getirilir.Bir sene önceki şampiyon kadro bozulmaz Takımın skor yükünü Rashard Griffith ve David Rivers yine çekmektedir. Ribounda Griffith yanına Mehmet Okur da kendini artık göstermiştir. Asist de ise yine rivers başı çekmektedir ama yardımcılar bu sefer güçlüdür, Murat Konuk ve Alper Yılmaz gibi.
 Tofaş nedenini bulamadığım ve bilmediğim idari bir kara ile profesyonel yarışmalardan çekilme kararı alsada basketbolu seven bir camia olduğunda dolayı tekrardan profesyonel liglerde yarışa girmiştir.2003 yılında terkrardan sadece kendi yetiştirdiği oyuncular ile 1.lige çıkma başarısını göstermiştir. 2004 yılında oynadığı 1. ligde hiçbir yabancı oyuncu transferi yapmadan kadrosuna yerli isimlerden Volkan Çetintahra, Hasan Özkan, Kerem Öztoprak, Ali Taşpınar isimlerini dahil etmişlerdir. Bu oyuncular dışında 13 kişilik kadroda tüm oyuncular kendi altyapısından yetiştirdiği oyunculardır. Fakat diğer kulüpler maddi açıdan güçlendiği için Tofaş'ın bu kadro ile ligde tutunması oldukça zordu ve tutunamadı haliyle.
 2.lig içinde iyi bir kadroya sahip olan Tofaş 2006-2007 senesinde tekrardan 1.ligde mücadeleye başlamıştır. 2004 yılına göre büyük bir bütçe ile yola çıkan tofaş, kulüp tarihinde ilk defa bütçe doğrultusunda hedeflediği yere ulaşamamış ve hüsran yaşamıştır. Alt yapıya önem verdiği bu yıllar esnasında altyapısından İlkan Karaman, Fırat Töz, Can Altıntığ, Gökhan Karabıyık gibi isimleri yavaş yavaş Türkiye Basketboluna sunmaya başlamıştır. Altyapıya dah fazla önem vermeye başlayan Tofaş 2007-2008 senesinde mücadele ettiği 2.ligde son hücumda atamadığğı basket ile 1.lige dönememişlerdir. Tofaş kesinlikle yıllardan beri oturttuğu altyapı sisteminden vazgeçmemiştir.Bu sistem her zaman olduğu gibi Tofaş'ın yüzünü güldürüyordu ve 2008-2009 sezonunu 2.lig şampiyonu olarak 1.lige tekrardan merhaba dediler.
 2009 yılından bu yana 1.ligde istikrarlı bir şekilde mücadelsini sürdüren tofaş büyük takımlara yaptığı süprizlerle hep korkulu rüya olmuştur. Özelikle bu yıl aldığı 12 galibyet ile dikkatleri tekrardan üzerine çekmiştir.Bu alınan 12 galibiyetin içerisinde Anadolu Efes, Beşiktaş ve Fenerbahçe ülker ile taktir toplamıştır. Şimdilerde ligin zirvesinde bulunan ekiplerin kendi altyapısından yetiştirdiği oyuncu sayısı bu kadar az iken ve basketbola ayrılan bütçeler o kadar fazla iken Tofaş'ın şuanki durumu için gerçekten başarı denilebilir.
 Son zamanlarda ligin zirvesinde bulunan takımlarımız altyapı sistemi yerine alma satma yönetimine gitmesi onları bence sadece bizim ligimizde başarılı yapmıştır.Kendi altyapısındaki isimlere güvenmeyip düşük bütçeli kulüplere satarken, diğer kulüplerin altyapısından yetişen oyuncuların ise aklını çelip yüksek fiyata alıyorlar. Böylece ne düşük bütçeli takımlarımız da bir takım bilinci ne de zirvedeki takımlarımızda takım bilinci oluşuyor. Ne düşük bütçeli takımlarımız bizim ligimizde ne de yüksek bütçeli takımlarımız Avrupa'da başarıya ulaşıyor.
 Tofaş Basketbol Kulübünün bu istararının ve çıkışının devam etmesini en çok istiyen kişilerden biriyim. 1996 yılından 2000 yılına kadar süren altın cağın tekrar yaşanması dileğiyle...

Sevgilerle...


                                                                                                 Sercan GÜVEN...



30 Mart 2012 Cuma

Hikayesi Olan Şarkılar


  Bizi en çok rahatlatan şeylerin başında gelir müzik. Eğlenmek istediğimiz zaman, hüzünlendğimiz zaman hep destek aldığımız dosttur.Özellikle benim için müzik eşittir dosttur, bilhassa hüzünlü olduğum zamanda. Her ruh halimizi anlatan bir şarkı vardır yoksa bile arasak buluruz.Bazı şarkılarımız vardır üzüldük mü aç şu şakıyıda dinliyelim dediğimiz.Yeri bizde ayrıdır.
  İşte o şarkıların yeri sadece bizde ayrı değildir. O şarkılar sadece bizim için özel değildir. Aslında o şarkılar en çok o şarkıyı yazan için özeldir. Özellikle bazı şarkılar vardır ki onların yeri çok başkadır. Onların hikayesi vardır belki her şarkının hikayesi vardır ama o şarkıları hikayesi daha acıklı daha anlamlıdır yazan için.Şimdi ben de öyle bir kişi,şarkı ve olaydan bahsedeceğim...
  Bahsedeceğim kişi Tori Amos. Kendisi müthiş bir sanatçı. Sesi ve güzelliğini tek sıfatta birleştirirsek o da buğulu olur sanırım. Aynı zamanda kendisi bir piyanist ve yaptığı coverlarda kesinlikle çok başarılı. Yumuşak ve duygusal müzik sevenlere şiddetle tavsiye ediyorum.
 Tori daha ünlü olmadan, albüm yapmaya başlamadan önce para kazanmak için bazı barlarda çalıp söylüyordu. Yine böyle güzel bir bar programı sonrası kendisinin hayranı olan kişi ona bir davette bulunur.Tori bu daveti hepimizin düşündüğü gibi masumane düşünüp kabul eder. Bu davet bu davet Torini düşündüğü gibi sıradan bir yemek ya da bir buluşma olmayacaktır. Çünkü hayranı (!) kendisinin sesine, müziğine ve kişiliğine değil, sadece ve sadece dişiliğine hayrandı. O gece belkide onun için hayatının en kötü günüydü çnkü tecavüze uğramıştı...
  Bu durum tahmin edileceği gibi müzik kariyerini oldukça etkilemiştir. İzleyen yıllar boyunca yaptığı her müzikte bu olay hissedilmişir ama bir şarkısı varki direk o korkunç olayı anlatıyor... Me and A Gun







Sevgilerle....


                                                                                            Sercan GÜVEN

29 Mart 2012 Perşembe

İki Kişi Bir Olay 2


 Şimdi size dün paylaştığım hikayenin devamı niteliğindeki bir olayı erkek tarafından yazılışını yayınlıyacağım. Bu yazı erkek tarafından 2 yıl sonra Haziran 2011 de yazılmıştır. İlk okuyanlar için tabi önce yazının ilkini okumanızı tavsiye ederim.Bu yazıya da başlamadan önce alttaki videoyu başlatmanızı ve öyle okumanızı ayrıca tavsiye ediyorum...

Aradan yıllar geçmiştir. Atlatılmıştır onca şey onca kavga, gürültü. Sonu olmayanlara örnek olduklarını sanmaya başlamışlardır. Bu sefer erkek gider. Uzaklara… ama bir parçasını bırakarak. Söz verir kıza ama bu sefer erkek sözü, benzemez başka şeye.” Bekle beni” der. Kız belli mutsuzdur, güvenemiyordur yıllarını verdiği adama yine de yapacak fazla bir şeyi yoktur. “Buna da dayanırız” diye mırıldanır. Sarılır ona hiç bırakmayacakmış gibi. Hatta birara onu öldürmeyi düşünür sonrada gömmeyi. böylece gidemeyecektir çocuk ama kız kıyamaz. Çocuk her şeye rağmen gider...

 Herkesin geride kalanı düşündüğü bir dünyada çocuk giden olmuştur. Tek başına giden. Geride bıraktığı bir üzülüyorsa çocuk bin üzülmektedir ama belli etmez. Dolaylıda olsa bu kendi seçimidir. Veda günü kız sarılır çocuğa “çabuk gel” der. Yeşillerinin yanına en yakışmayanı, kan kırmızısını ekler. Yıllarca umursamaz olarak bilinen erkek yine yapar kendine yakışanı güler geçer olanlara. Acısını, kederini içine atmıştır aslında hep yaptığı gibi. Kimseye belli etmek istemez çünkü o hep güçlü olmak zorundadır. Güçlü olmaz ise elindekileri kaybedeceğini düşünür, en başından beri.

 Başlarda ikisi içinde zamanın tek hızla geçtiği yer kavuşma anlarıdır. Aşkın, özlemin, arzunun doruklarına denk gelen o anlar akar gider göz açıp kapayıncaya dek. Biten koca bir yılın ardından kızın gözünde sadece yalnız kaldığı anlar varken çocuk birlikte oldukları küçük zamanları çıkaramaz aklından.Hep bir kaçamak ayarlamak için uğraşır bir kez daha göreyim diye can atar.

 Ve bir gün kız söyler “belki bir gün ben olmam, belki sen olmamı istemezsin belki de kader bizi oldurmaz işte o gün üzülme olur mu?”. Kader… Çocuk düşünür 2 hece 5 harf olan zavallı bir kelimenin nasıl kendilerini ayırabileceğini , cevap bulamaz çünkü kader yoktur ona göre. Kader sadece bir duvardır insanların arkasına saklandığı. Kaderi yenmek için yola çıkar bir an önce.Bir geceyarısı kızın kapısında bitiverir, tek isteği sevdiğine sürpriz yapıp onu mutlu etmektir.Bekler, bekler, bekler…

 Umduğunu bulamaz. Bir şeyler besbelli yolundan çıkmış freni patlamış kamyon gibi sağa sola
çarpmaktadır.

 Çocuk isyan eder kendi kendine” Hayır. O beni hep sever zaten ben değil miydim geçmişi mahveden hiç suçu yokken onu üzen ? “ bir anlam çıkaramaz olan onca şeye. Ona göre anlam çıkarmadan da sevilebilir, devam eder son sürat sevgiye.

 İntikam soğuk yenilmez bazılarının bildiği gibi. Soğuk yedirilir. Artık zamanı gelmiştir kıza göre ne de olsa uzaktadır. İstediği herşeyi söyleyebilirdi ama  kara gözlerini görmediği sürece.“Bitsin” der kısacık bir mesajla. Bu kadar basit olmamasını kız da istemiştir ama anca buna cesareti yetmiştir diye düşündü çocuk. Ardından ekler utanmadan “ Sen kendini toparlayacaksan” erkek gururludur. Ölse vazgeçmez gururundan. Kabullenir her şeyi nedensizce bir Perşembe akşamı. Vurur kendini meye denize vurmuş dalgalar gibi. Arada bir gelen mesajlara dalargider. “Acaba” der kendi kendine. Yırtar gururun sert kılıfını teslim eder kendini ama olmaz.
Belki de hiç olmamıştır zaten. Hergün umutlarını boğar sonu olmayan kadehlerde gecenin sabahına yeni umutlarla uyanmak için. Uyanamaz. Bazen uyanmak istemez rüyalarından bazen uyanıp ta aynı günü yaşamaktan korkar.

 Erkek dayanamaz. Alır biletini bekler her şeyin başladığı yerde olmayı. Gelir baba evine .Herkes sorar derdin ne diye ama kimse dinlemez anlatılanları. Cesaretini toplar çocuk gitmeden yarım saat evvel. Son bir mesaj atar” Neredesin” . Nerede olursa olsun gidecektir yanına bir koşuda. Kal derse kalacak git derse arkasına bile bakmayacaktır. Ama cevap dahi gelmez. İşte o an gerçek sevgili olmadıklarını ve hiç olmamış olduklarını anlar çocuk. Onun için geldiği yerden onu görmeden ayrıldığı an.



                                           Cem Sezer Şahin

                                                                                                   

28 Mart 2012 Çarşamba

İKİ KİŞİ BİR OLAY

Yazıyı okumaya başlamadan önce aşağıdaki videoyu başlatmanızı şiddetle tavsiye ederim...

Yani artık nefret mi ediyorsun benden?
Kız mutsuzdur inadına gelen gözyaşlarıyla…
  Oğlan ise şaşkın, ne diyeceğini bilemez. Tek bildiği kırıcı ve hakaret dolu çirkin sözler söylemektir. Zaten çoğu zamanda tek yaptığı kızı suçlamak olmuştur ve kız hep kendisine ait olmayan suçları bile kabullenmiştir. Bazen kendi bile inanmıştır suçlu olduğuna. Tek isteği o kara gözleri nefretle, hüzünle baktırmak değil neşeyle güldürmektir. Bazen öyle öfkelenir ki erkeğin ona verdiği mutsuzluğa, ne pahasına olursa olsun acı çektirmek ister. Her şey kızın içinde yaşanmaktadır aslında. Ne kadar dönük gözükse de…  Ne yakarışlar… Ne aşklar…
  Artık gerçekten bir şeyleri söylemenin zamanıdır belki de. Kız o kendi kendine söyleyerek içine tıkıştırdığı sözleri çağırmaktadır şimdi. Pek de cesareti yoktur aslında, ama zamanıdır. Daha fazla üzülmek manasız, onu terk etmemek anlamsız her şeye rağmen ondan vazgeçmek imkânsızdır. Oğlanın kıza tüm söylediklerine, yaptıklarına rağmen ayrılığın üzerine çivilenmiş bir tabaka vardır. Sökülmesi imkansız olan bir tabaka sanki.
  Şimdi 'o' kızın yanıbaşında oturuyordu. Bütün gün onla konuşmayı istemiş fakat çocuk tüm umursamazlığıyla ertelemişti yüzleşmeyi sonra demişti hep kıza. Kız yalnızdı, kendisini hiç yalnız bırakmayan sevgilisi yanındayken çok uzaklardaydı. Çocuğun hareketleri değişmişti bambaşka biriydi sanki kızdan nefret ediyor gibiydi. Hâlbuki aşkının hiç bitmeyeceğine söz verende oydu, sevgilisinin yalnızlığından mutluluk duyan da o.
  Kız isyan etti. “hayır, olamaz” dedi “O beni sever hep.”. Bütün bu dolambaçların arasında yürüyüp kayboldu kız.
  Erkek durgunlaştı. Artık oda üzgün görünüyordu. Kendine göre ne çok sevmişti hâlbuki… Neydi şimdi kızın bu gereksiz tavırları? O gayet mantıklıydı, her şey olağandı ona göre ve böyle olmalıydı. Kız çok fazla şey istiyordu. Erkek iste onu kıskanıyor sürekli gözetliyordu. Onunda doğruları buydu. Eğer belli ederse kız doyacaktı ilgiye, sevgiye. Diğerlerinde olduğu gibi olacaktı.  O hep sahip olmak istiyordu sevgilisine uzaktan da olsa…
  Oğlan tüm bu düşüncelerin arasında kaybolup gidiyor, yok oluyordu gibiydi. Başka biri oluyordu sanki. Tüm o diğer erkekler gibi. Belki şimdi kızda diğerleri gibi olacaktı.
 Ancak diğerlerinden farklıydı kız, yüreği onu bulduğundan beri. Erkeğin düşünceleri ona göre çok saçmaydı, hem de çok… Tam tersiydi aslında. Defalarca söylemişti çocuğa ilgiden sıkılmayacağını hep daha çok seveceğini. Kızın nasıl mutlu olduğunu bilen çocuk bir türlü yapmıyordu kızın istediklerini. Her şeyin farkındaydı oysaki. Belki de nefsine uyup umursamıyordu kızı. Belki kızın yanında mutlu değildi, eğlenmiyordu. Zaten kıza en çok acı veren de buydu .  Erkeğini mutlu edememek.
  Çocuk düşünceliydi. Kızın söylediklerini, isyanını duymamak için kulaklarını tıkadı. Artık kız için istediklerini söylemek daha kolaydı. Dudakları bükülünceye, çenesi titreyinceye dek konuştu. Döktü içinde ki her şeyin sorumlusu birkaç kelimeyi.
Sen!” dedi  ve ekledi  “sen söylemedin mi bana, bitek beni sev boş ver başkalarını ”diye. Evet öyleydi. Erkek ne dediyse kız onu yapmıştı. Hiçbir şey adil değildi onların aşkında.Ama sen şimdi” dedi kız  “ şimdi yalnız bırakıyorsun beni “. Söyledikçe gözlerinden yaşlar geliyordu. En fazla bir iki kelime daha edebildi ve konuşamadı daha fazla. Zaten oğlan hiçbirini duymuyor gibiydi. Baktı yanında oturan kıza bir ara. Kız ıslanmış gözlerini görmesin diye kafasını çevirdi öte yanlara.

(Hikâyenin bu kısmı Nisan 2009 kız tarafından yazılmış ve erkeğe gönderilmiştir. Erkeğin Haziran 2011 de tamamladığı yazının gerisi ise yarın yayınlayacağım.)  

Cem Sezer ŞAHİN




27 Mart 2012 Salı

DUT MİSALİ YALNIZ


Yalnızlık ıslanmış bu şehrin kanalizasyonlarında, yıpranmış ve eskimiş. Bardağın dibinde gördüm yine onu, etrafımdaki kalabalığa rağmen. Son yudum rakıma sarılmış titrek, belki biraz da ürkek tavırlar eklemiş o yıpranmış mizacına. Etrafımı, kalabalığın kulaklarımı delip geçercesine yaydığı bir gürültü, biraz kızarmış yanaklar ve birazda gevşemiş dudaklardan çıkan samimi fakat anlamsız ve gereksiz cümleler sarmış. Bir irkilme biniyor omuzlarıma, narin bir hareketle kayıyor aşağı sanki konduğu dala ağır gelmiş kuş misali ve usulca sesleniyorken işitiyorum son çırpınışlarının sesine verdiği o heyecanı, korkuyu. Bu gürültüye rağmen işitiyorum ama yinede "ahh, boş ver" diyerek iştirak ediyorum yinede masada bir ağızdan bir başka ağzın dudaklarına konan, boşa ve gereksiz sarf edilen sözcükler mezesine.
Yorgunluk sarıyor şimdi. Biraz direnmekten vaz geçsem, belimden kavradığı gibi yatağa savuracak, bu bardakların son yudumunda gizli yalnızlıklar misali yıpranmış bedenimi. Belki bir kısmı kırlaşmış saçlarım, bunca yıl gözyaşlarımın açtığı o ince çizgilerin üzerilerine uzansalar daha genç görür müyüm kendimi, baktığım bu bardak diplerinde? "Adam" dedi birisi. Evet, evet işitiyorum. "Adam" diyerek başladı yarı anlaşılması muhtemel cümlelerine. "Adam kimseyi sevmiyor, işte bu adam, öyle bir adam ki yalnızlığının efendisi bu adam." diyor. Çok kez "Adam" diyor. Mayalanmış üzümün etkisi olmalı. Hem gördüğün cisimlerin sayılarını artırıyor hem de söylenilenlerin. Peki kim bu adam? Bardağın dibini görebildiğim zamanlarda gelen, bardak dolunca giden adam mı? Eğer öyle ise bu gün bu adamı çok gördüm ben. Hem nasıl bir efendiymiş ki bu adam? Kerameti nereden gelirmiş? Yoksa onu her görüşümde, giderek gürültüleri ve sayıları artan insanlar mı bu adamın kerameti? Öyle ise eğer bende sorup duruyordum kim bu karşımdaki beden. Önce boş bir iskemle varken, o efendi göründü ve gitti. Ne zaman efendi gözden kayboldu işte ozaman o boş iskemlede bir Mehmet peydah oldu. Yok efendim kimdir bu Mehmet diye sorarken o adam gibi adam, o yalnızlığının efendisi yine bir geldi gitti, bu sefer Mehmet bir iken iki oldu... Şimdi soruyorum Mehmet efendiye "Peki kim bu şehrin kanalizasyonu, kim bu yalnızlığı yıpratan ey efendi? Senden mi gelir bu keramet, yoksa şu bardağın diplerinde bulduğum benden mi? Yalnızlığı yıpratan o şehir, bu beden mi yoksa sarhoşluğu adam ettiğim bu izbe meyhane mi?" Boşalt o iskemleyi be yalnızlık. Bırak kimsecikler oturmasın oraya, sen de oturma. Bekle biraz, zamanı gelince bende kalkacağım bu sofradan. Arkamı döndüğümde bende eskiyeceğim sen misal. Sadece bekle biraz.
M.Sait Aytar






GİZEM DİNÇ

24 Mart 2012 Cumartesi

Havvakızı'nın Yasak Elmas’ı

"...Hiç hazetmem bakirelerden. talepkar, kaprisli ve şımarık olurlar. Sana kıymetli bir armağan verdiklerini sanıp ömür boyu minnet duymanı beklerler... Ezelden beri kadınlar bedenlerini kullanarak erkekleri kandırır. Önce bekaretlerini kullanırlar. Sonra hamilelik gelir, çocuklar doğunca onları kullanırlar kocalarını tuzağa düşürmek için." ELİF ŞAFAK / İSKENDER

  Nedir erkeği bu duruma düşüren ya da nedir kadını bunu kullanmaya yönelten ? Aslında sorunun cevabı gayet açık: Toplum içinde bulunduğumuz toplumun gereklilikleri ve toplumumuzda bekarete verilen önem. Peki ama bekareti toplumda bu kadar önemli kılan ne ? Bu sorunun cevabı için biraz eskiye gitmek gerekiyor sanırım en baştan beri güvensizlik mi denmeli yoksa sahiplenme duygusumu bilinmez ama kadınlara karşı bir zaafiyet olduğu kesindir.Tam olarak yılı bilinmese de bundan yıllar önce bekaret kemeri denen bir gerçek vardı. Bu kadının cinsel organını kapatan demir bir külottu ve anahtarı tahmin edileceği gibi erkekteydi.Erkek sefere gittiği zaman kadınını kilitler ve sefer dönüşünde onu özgürlüğüne(!) kavuştururdu. Bu olayın toplumsal boyutu bir de geleneklerimiz var tabi.
  Beyaz çarşaf geleneği. Gelenek oldukça üzücü kadın açısından evlendirildikleri ilk gece de kadının bakireliğini test etmek için kullanılıyor bu çarşaf. Kan olmayan çarşaflarda durum kadın açısından çok üzücü...Bu olayların da günümüz insanına yansıması var tabi. Özellikle erkek kısmı için ne denli önemli bekaret? Bir erkek gözüyle bakalım.
  Çoğu erkek evleneceği kadının bakire olmasını istiyor yani kısacası kendinden önce başka kimseyle ilişkiye
girmemiş olmasını istiyor. Çünkü daha önce başka birine aşık olmuş, onunla duygusal bir cinsellik yaşamış kadın toplumumuz da çok yanlış yargılanıyor bu zaman da dahi ve erkek böyle bir kadınla evlenmek istemiyor, fakat erkek evliliğinden önce her türlü ilişkiye girme konusunda hak sahibi bizim toplumumuzda. Nede olsa, erkektir yapar mantığını benimsemişiz. Hal böyleyken erkeğin yaptığı erkeklik (!) kadının yaptığı ahlaksızlık olarak algılanıyor. Yani bir kadının ahlaksızlığı sadece bacak arasında ki bir dokuya bağlanıyor ki bu da her gün gazetelerde gördüğümüz kadın cinayetlerine baktığımızda kadına ne denli  önem verildiğini gösteriyor zaten. Peki kadınlar neden buna izin veriyor yani bir kadın neden kendi ahlak seviyesini bacak arasına göre endekslenmesine izin veriyor? Ya da bir erkeğin hayatı boyunca başka yollardan girdiği ilişkilere kimse ses etmez iken sadece bakire olmadığı için toplumda kadının bu şekilde yargılanması ne kadar doğru? Aslında bu da bizim en büyük klişelerimizden biri olan eğitimsizlikten geçiyor. Zaten eğitim seviyesi yüksek bi kadının sırf bakire olmadığı için kendinden vazgeçebilecek bi erkekle evlilik planları kuracağını da sanmıyorum.
   Yani toplumumuzda bekarete verilen önem arttıkça kadına verilen önem azalıyor onların duyguları önemsenmemeye başlıyor. Şimdi çoğu insan diyebilir n'apalım yani her gün başkasıyla mı yatıp kalkalım diye. Bizim burada istediğimiz kaşar bir toplum oluşması değil. insanların özgür iradesiyle ister zevk için ister duyguları için verdikleri  kararlara göre yaftalanmaması ve kadınların dişiliğinden çok kişiliğine önem verilmesi..

Can TÜKENMEZ